BİRİKTİRDİKLERİM çoğaldıkça, resimlere bakıp her birinin altına yazmak istiyorum... O günün hikayesini, resimdekilerin şimdi ne yaptıklarını, nereden nereye gelindiğini... En çok artık o fotoğraf karelerinde kalıp, hayattan başını alıp gidenler etkiliyor beni.
En çok onlarla ilgili yazmak istiyorum.
Bir anıda, bir fotoğrafta, bir sohbette iz bırakıp, yanımızdan ayrılanların sayısı ne kadar da çok artıyor?
Her ölüm; hayatımızdan eksilen her dost, arkadaş, akraba, tanıdık bizi de bir parça eksiltiyor. Zaman, onlarsız akıp gidiyor, günlerin ne çabuk geçtiği şaşırtıyor. Özlem artıyor. Bir bakıyorsunuz üç yıl, dört yıl, beş yıl geçmiş.
Sadece biriktirdiğiniz anılarla kalıyorsunuz. Geriye kalan sadece birlikte yaşadıklarınız ve özlem oluyor. Zor geçiyor. Alışılmıyor. Gidenler dönmüyor...
Alışamadıklarımdan biri de Ahmet Piriştina... Altı yıl olmuş. Bugün mezarı başında anılacak efsane başkan.
Bazen gözlerim arıyor. Ne zaman İzmirle ilgili önemli bir şey olsa, “Şimdi burada olsaydı. Ne düşünürdü, ne yapardı?” diye iç geçirmeden duramıyorum. Hep gözleri sanki bu şehrin üzerinde gibi geliyor. İnsan bazen gidenlerin bıraktığı izlere, yakından dokunmak istiyor. Bazen kürek çektiği körfeze bakıyorum, bazen Fuar’da İzmir Sanat’taki kalabalığa bazen, Kordon’daki cıvıl cıvıl gruba...
Duygu habere karışmazHaberci olunca, birini çok sevemezsiniz ya da çok nefret edemezsiniz. Duygular karışmaz habere. Ancak ne Ahmet Piriştina’nın ani ölümü ne o İzmir’de yer yerinden oynayan cenazesi geldikçe gözümün önüne; duygularıma, içimdeki hüzüne engel olamıyorum. Onun İzmir’i bir baba gibi sevdiğini, bir baba gözüyle baktığını hatırlayıp içimdeki özlemi dışa vurabiliyorum.
Geride kalan fotoğraf karelerine bakıyorum özledikçe.. Mesela Lozan’dan her geçişte, o dev resmine bakmadan edemiyorum.
Bilgisayarımda kalan kareler var bir de...
Dediği oluyor ama...
Mart 2004, yerel seçimlerden iki gün önce... Eşi Mine Piriştina, oğlu Levent Piriştina ile oturmuşuz İzmir Sanat’ın çimlerine. Buca’daki seçim konvoyundan gelmişler. Yasaklardan önce, seçimin son dönemecinde keyifli bir röportaj. İzmir’in çocuğu olduğu, bu kadar çok sevildiği için ölse de gam yemeyeceğini anlatıyor. Birkaç ay sonra dediği oluyor ama o gam, keder bizlere kalıyor.
Bir başka fotoğrafta gazetedeyiz. Bu kez seçimden hemen sonra, ilk röportaj... Ben çok iyi tavla bilmem. Röportajdan sonra
“Sen sorularla terlettin. Ben de tavlada yeneyim seni” diyor. Tavla oynuyoruz. Neredeyse marsa gidiyor. Sonra üzülüp bana yenilmek için uğraşıyor... Röportajda, seçim için çok uykusuz kaldığını, sekiz kilo verdiğini anlatıyor. CHP Genel Başkanlığı’na adı geçiyor o günlerde. Soruyoruz. “Babamın öldüğü yaştayım. Bugünden bir şey söylemek zor” diyor.
Ve Haziran 15... Babasının öldüğü yaşta, İzmir için hayalini kurduğu her şeyi de alıp yanına gidiyor.
Gidenlerden geriye fotoğraf kareleri, anılar ve birkaç sohbet ve dokunduğu izler kalır demiştim ya yazının başında. Ahmet Piriştina’nın da İzmir’de çok izi kaldı geriye; fotoğrafları, sohbeti, anıları kaldı. Yarım kalan hayaller, yapmak istedikleri ise onunla gitti.
İşte bu yüzden bazen, “Olsaydı, ne düşünürdü?” diyorum.
Bugün de altı yıl geride kalırken ve gözleri hâlâ körfezin üzerindeyken yine aynı şeyi soruyorum... Onu, geride kalan fotoğraf kareleriyle ve İzmir için hayalleriyle anıyorum...