Türk sporunun batıya açılan penceresi Galatasaray’da, kulübe ve kültüre hiç uymayan yanlışlar gözlüyorum. Çoğu kısa sürede düzeltilecek yanlış ve noksanlar. Bunlar her camiada olabilir.
Ama, Cenk Ergün’ün istifası, böyle bir olay değil.
Cenk Ergün Roma’nın Polonyalı sol kanat oyuncusu Zalewski’nin transferi için İtalya’nın başkentine uçtu. Özel uçak hava alanında bekliyordu. Beklentiler yoğunlaştı. Taraftarlar İstanbul’da havaalanına koşup, coşkulu bir karşılama yapmak için organize olmaya başladılar. Galatasaray ile Roma kulübü 22 yaşındaki futbolcu için anlaşmaya vardılar.
Özel uçak motorlarını çalıştırıp pist başında bekleyedursun, Cenk Ergün’ün başından aşağı kaynar sular döküldü. Hayır, Zalewski gelmiyordu! Böyle bakınca bütün tuhaflığa rağmen, bir futbolcunun son anda karar değiştirip “Hayır, gelmiyorum!” demesi rastlanmamış olay değildi. Hem futbolumuzda yıldız olarak bildiğimiz oyuncular, hem de Türkiye’ye gelmeyi kabul etmiş
İtalyan Hoca’nın Milli Takım’da aldığı sonuçlar, doğal karşılanmalı: 15 maçta 7 galibiyet, 3 beraberlik, 5 yenilgi. Avrupa Şampiyonası eleme grubunda Hırvatistan’ı kendi sahasında yenerek liderliği yakalaması, Avrupa Şampiyonası kur’a çekimine grup lideri statüsüyle gitmesi başarıdır. 24 takımlı şampiyonada çeyrek final oynamak da başarıdır.
Avrupa Şampiyonası’ndan sonraki görüntüye bakarsak… Hayır, Milli Takım yerinde saymıyor. Aksine kendine güvenen, maçın önemine göre motive olan uyumlu bir takımımız var. Galler maçında iyi bir futbol sergileyemedik, temaslı oyundan kaçındık, fizik gücü harcayarak yorgun düşmemeyi tercih ettik, eyvallah.
İzlanda karşısında çok daha iyi oynayan, üretken, fazlasıyla pozisyona giren, savunmasında çok az hata yapan bir takımımız vardı. Zor oyun bir ara eğlenceye dönüştü. Öte yandan Galler ve İzlanda maçlarını 180 dakikalık oyun olarak değerlendirirken futbolcularının fizik kapasitesine uygun planlar yaptı Montella... Galler maçındaki tek puan, yeni bir hocanın
Montella’nın inat haline getirdiği yerleştirmeye ısrar ettiği bir anlayışı var: Santforsuz oyun... Elbette hocanın bu tercihine saygı duymalıyız. Avrupa Futbol Şampiyonası’nda denemeye çalıştığı, Uluslar Ligi’nde ise daha kesin uygulamalarla yerleştirmek istediği bu yeni oyun biçimi bizi oldukça uğraştıracak. Dünkü oyuna baktığımızda Barış Alper Yılmaz gibi bir kıymetin sahte 9 rolüyle adeta ezberini kaybettiğini gördük. Vurucu, şutör oyuncularda da hayat belirtileri yoktu. Montella, maçın 62. dakikasında Hakan Çalhanoğlu’nu oyuna sokarken hesapta olmayan bir darbe de yedik. Barış Alper Yılmaz ikinci sarı ile kırmızıyı gördü ve oyun dışında kaldı.
Dostça söyleyeyim, Barış Alper’i dün hiç beğenmedim. Hakemle diyalogları, anlamsız itiraz ve isyan halleri, salla pati oyun anlayışı kendisine hiç yakışmıyordu. Katkıda bulunayım derken takımın 10 kişi kalmasına, oyun bakımından da kalite kaybına neden oldu.
Montella’nın geç uyanışını hayretle izledik. Milli Takımın maça başlayan “zorunlu” kadrosu “sorunlu” bir
Tam da fırsat transferi. Futbolda piyasanın kapanmasına saatler kala, performansı, kalitesi, şöhreti ve fiyatıyla transferini hayal bile edemeyeceğiniz Nijeryalı golcü Victor Osimhen gökten zembille inercesine Galatasaraylı oldu.
Bu transferin gerçekleşmesi için “olmayacak” işlerin gerçekleşmesi gerekiyordu.Napoli’nin yeni teknik direktörü Antonio Conte, Osimhen’i düşünmüyordu.
Geçen yıl 25 maçta 15 gol atıp 3 asist yapan ve önceki yıl (2022-23) Napoli’nin şampiyonluğuna katkı sağlayan Nijeryalı, Avrupa’daki endüstriyel liglerden herhangi bir kulüple anlaşamadı. Arap kulüpleriyle pazarlıkta ortalık karışınca oraya gitme olasılığı da kalmadı.
Sonunda dar zamanda büyük çabukluk, beceri ve işbirliği ile göz açıp kapayana kadar İstanbul’a geldi, Galatasaray’la el sıkıştı, sezon sonuna kadar 11 milyon euroluk ücretle -belki de bir rekor kırarak- sarı-kırmızılı kadroya geçiverdi.
Kuşkusuz bu hızlı gelişmede Mauro Icardi’nin sakatlığı da etkileyici oldu. Arjantinli golcünün yaklaşık 6 haftalık
Futbolun sıkıntıdan eğlenceye döndüğü anlar da varmış.
Beşiktaş herkese hatırlattı… Önce hayatın zor, mutsuz, keyifsiz görüntülerini sundu ilk yarıda…
Sonra coştu… Oyunsa oyun… Skorsa skor… Golse gol yani… Hem de aşçının “bol kepçe”si gibi. Doyurucu bir servis yaptı. Peş peşe attı, keyifle çaktı.
İsviçre’deki ilk maçta 3-1’den 3-3’e takılan Beşiktaş, benim gibi o günleri görenler için Avrupa’da hayal kırıklığı serisini yaşayanlara yine “acaba mı” dedirtti. Rövanşı bekleyene kadar kötü olasılıklar da katıldı hesaba. Yine de umutlu itirazlar vardı: “Olur mu? Son yılların en iyi, en keskin, en üretken, en ezici takımı bu… Tarihin de susacağı zamanlar vardır. Yeni sayfalar yazılır.”
Lugano karşısında hepsi de iyi oynadı. Gevşemeden, koşarak, işlerini ciddiye alarak. İkili mücadelede, alan boşaltmada ya da kapatmada ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştılar.
Peki gecenin gösterisi hangisiydi?
Söyleyelim: İlk yarıda (7. dakikadaki Immobile
İngiliz besteci Tony Britten’in 1992’de Handle’ın Rahip Zadok eserinden esinlenerek yaptığı çok özel Şampiyonlar Ligi bestesi, popüler müzikte adeta “hit”oldu. Şampiyonlar Ligi, hayallerin, umutların, iddiaların ve statüko anlatan ortamın sembolüne dönüştü.
Galatasaray, cezalı Okan Buruk’un iki maçı da tribünden izlemek zorunda kaldığı bu son sınavda büyük taktik hatalarla inanılmazı başardı, büyük organizasyonun dışında kaldı. Oyuna çift santrforla başlayıp hamle oyuncusu Batshuayi’yi baştan harcamak, Mertens’in büyük katkı yapabileceği oyuna ancak 75. dakikada katılabilip hiç bir şey yapamaması. Futbolcuların, uzun boylu rakip takıma karşı top sürme ve çabuk pas zahmetinden kaçıp havadan yararsız ve isabetsiz uzun pas hastalığına yakalanması.
Muslera gibi “kült” bir kaleci efsanesinin, yediği golden sonra rakip oyuncuya arkadan tekme atmak gibi ayıbı.
Yeter yani!.. Bu kadar yanlışı bir araya toplarsanız, elde edeceğiniz tek doğru, skor tabelasında yazılan yenilginizdir.
Neyse… UEFA Avrupa
Dört Büyükler’in bir çok deplasmanında konuk taraftar grupları biletlerini en uygun biçimde aldıklar halde havaalanlarından, ya da oto yollardan statlara ulaşmaya çalışırken “kontrol” aramasına tabi tutuluyor. Kimlikler, biletler kontrol edildikten sonra otobüslerin içinde bekletiliyorlar. Bu kötü muameleye karşı o sırada çaresizler. Hiçbir alternatifleri yok. Kendilerini “tutuklu” hissedip depresyona girenler oluyor.
Her neyse… Sonunda statlara ulaşıp giriş kapılarına yöneliyorlar. Kapıların çoğu kapalı. Dört kapıdan ikisi, bazen sadece biri açılıyor. Doğal olarak yığın ve kuyruk oluşuyor. İhtiyaçlarını gideremeyen, giriş yapamayan öfkeli gruplarla ev sahibi kulüp yönetici ve çalışanları sert tartışmalara giriyorlar. O arada polis kendini gösteriyor.
Fenerbahçe Başkanı Ali Koç, durumu öğrendikten sonra doğal olarak “müdahil” oluyor. Maç sürerken sahaya girip kale arkasındaki taraftar grubuna ulaşmaya çalışıyor.İşte tam da o sırada, Ali Koç, görevli
Skor tabelası kenarda dursun. Orada sayılar var. Önce sayılamayanları, ama hissedilenleri, düşündürenleri, güven ve endişe verenlere bakalım.
Süper Lig’de geçen sezon dökülen haliyle taraftarları karamsarlığa ve kuşkuya düşüren Beşiktaş, kendini yenilemiş… Ruhunu tazelemiş. Aktif, dinamik, canlı ve heyecanlı kimliğiyle kuşkuyu coşkuya çevirmiş.
Temel nedenler var tabii…
Çok koşuyorlar. Yardımlaşıyorlar. Oyun alanını küçülterek, takım boyunu kısaltarak oynuyorlar. Savunmanın santra yuvarlağına kadar çıkması, yenilenmenin en somut göstergesi.
Elbette çabuk oyunda arızalar çıkıyor. Topu kaptırıyorlar... Ama kaybettikleri topu çok çabuk geri kazanıyorlar.
Savunmada zaman zaman pozisyon yanlışları yaparak açık veriyorlar. Antalyaspor, Samudio ile iki golü böyle attı.
Beşiktaş’ın öne çıkan karakteri savunma değil elbet. Onlar kendi tarihlerini hücumla yazmışlar. Dün inadına hücum oynadılar. Antalyaspor’un attığı goller de onları buna zorladı. Burada ayrıca kutlanması gereken,