Kişisel olarak Giovanni van Bronckhorst’e saygı duyarım. Onu çalışkan, ciddi ve dürüst bir teknik adam olarak kabul ederim. Ancak onun bu özellikleri, Beşiktaş’ta yaşanan gerçekleri örtmeye yetmiyor.
Siyah-beyazlı takımın şu sıralar en çok konuşulan oyuncusu Semih Kılıçsoy. Geçen sezon takımda yer almaya başlayan Semih, biliyorsunuz 12 gol atarak başarı göstermişti. Bugün A Milli Takım’a sürekli çağırılan bir oyuncu statüsüne sahip. Ancak Montella’nın “santrforsuz” oynama anlayışıyla birlikte bazı Beşiktaş maçlarında da sol kanatta görevlendirilmesi, ya da kulübede unutulması, sadece santrfor özelliğini değil, oynama alışkanlığını da yok ediyor. Öte yandan futbolda eğitici olarak uzmanlaşmış bazı hocalara göre Semih, olağanüstü çabuk, etkili çalımlar atabilen, topa çok iyi vuran yetenekli bir oyuncu. Ancak alt yapıda görmesi gereken bazı konuları henüz öğrenememiş. Artık açığı kapatma görevi, Bronchorst’ün omuzlarında. Ne var ki o daha kestirme bir yol bulup
Beşiktaş için gece kötü başladı. Önce Mert’in beklenmeyen sakatlığı… Ersin’in beklemediği kaleci piyangosu(!)… Sonrasında iki gaflet anında üç dakikada peş peşe yenen Eintracht golleri.
Beşiktaş resmen şoka girmişti. Donup kalmıştı adeta… Sonra ortalık ısını verdi. Rafa Silva’yı durdurmaya çalışan Robin Koch bir penaltı armağan etti bizimkilere…
Topun başında doğal olarak penaltıcı Immobile vardı. Doğal olarak sağıyla vurdu topa.
Yine de doğal olmayan, alışılmamış bir vuruştu bu… Ligdeki bütün penaltıları kalecilerin soluna, topu orta yüksekliğe atarak gole çeviren, çoğunda da rakibini ters köşeye yatıran Immobile, bu defa Santos’un sağına gönderdi meşin yuvarlağı. Çok rahat bir uzanışla kurtardı Brezilyalı file bekçisi…
Olayı anlamaya çalıştım. İlk aklıma gelen, Santos’un Immobile’nin ligdeki bütün atışlarını videodan izleyip, kendine göre bir yön seçmesiydi. Peki, Immobile neden sağına attı Santos’un? Sanırım ikisi de aynı şeyi düşündüler. Immobile
Milliyet Spor’un eski emektarlarından sevgili meslektaşlarımız Özgür Özgürengin ve Ali Ergöçmez, 1959’da başlayan en büyük futbol maceramız, bugünkü adıyla Süper Lig organizasyonumuz için birkaç yıl önce delinin pösteki tüylerini sayması gibi çok zor bir işe girişmişler… Bir anlamda 65 yılın kılcal damarlarına girmişler. Sonunda bence çok değerli bulgulara ulaşmışlar.
35 bin aday… 25 bin maç.. 124 futbolcu.
Dikkat edin, başlangıçtan bugüne (lig durmuyor, biliyorsunuz) tüm takımların sahaya çıkıp 10 dakika oynayanlar dahil tüm futbolcularıyla ince hesaplardan geçtiği bir çalışma bu.
Çalışmanın adı “CENTİLMENLER KULÜBÜ”… Oyundaki tüm emek kahramanlarını didik didik sayıp incelemişler… Sonunda ortaya göz kamaştırıcı bir sonuç çıkmış. Süper Lig’de başlangıçtan bugüne en az 250 maç ve üzerinde oynayan futbolculardan 11’i seçilip “ALTIN ONBİR” oluşturulmuş. Sonra da o altın takımın
Ajax karşısında uğradıkları 4-0’lık yenilgi, Kayseri’deki maçın ilk yarısında gördük ki mahcubiyetin yanı sıra fiziksel yorgunluk ve durgunluk da yaratmış. Yine de haksızlık etmeden Rashica’nın çabalarına, sağ kanattaki etkinliğine takdirle baktığımızı belirtmeliyiz. Geride kalanlardan Mert’in yüksek standardı dışında oyuna giren, maçı yaşayan, ipleri eline alma kararlığı gösteren kimse ilk yarıda yoktu. İkinci yarıda Gedson öylesine zekice bir top çalarak gol attı ki oyunu eğlenceye çevirdi. Öteki goller de sıralandı.
Ev sahibi Kayserispor zaman zaman geçiş fırsatları da yakaladı. Açıkçası onlar ilk yarıda daha çok gol fırsatı ürettiler. Nazon’un atağından gol çıkmaması Beşiktaş’ın şansıydı.
İkinci yarıda van Bronckhorst, adam değiştirerek başlamadı oyuna… Semih’i alarak örneğin. Neyse ki yine de şanslıydı Hollandalı Hoca. 56’da kaleci Bilal’in ayağına gönderdiği topu Gedson’a kaptıran 19 yaşındaki Baran Ali, kolay unutamayacağı bir gole neden oldu. Gedson da golü buldu ama sakatlık geçirip
UEFA Avrupa Ligi için “Tam da boyumuza göre….” diyerek erken bir tanı koymuştuk. Daha maçlar oynanmadan “Kim bilir, belki de iki tarafı da İstanbul çıkışlı bir Türk finali oynanır, biz de memleketçe alkışlarız” diye sıcak rüyalar görüyorduk. Bu rüyaları Galatasaray ve Fenerbahçe de besleyince, ister istemez Beşiktaş’tan da bir güzellik bekledik Ajax karşısında...
Güzellik mi? Yok öyle bir şey… Hayal kırmanın da bir sınırı olmalı…
Hadi güzellik bulamadık, en azından bir beraberlik, ya da ne bileyim, tek farklı bir yenilgi filan… Gerçi eleme müsabakası olmadığı için farkın, ya da az farkın o kadar önemi yoktu ama, olsun… Yenilelim, ama ayıp olmasın.
Johann Cruyff Arena’da dün oynanan maç hem çirkin, hem ayıplı, hem de sportif açıdan utanç vericiydi.
Ajax önünde bazı dostların uçarak “favori” tabelası yapıştırdığı Beşiktaş, skor tabelasında battıkça battı. Ajax attıkça atarken, bizimkilere düşen batmaktı elbet.
şen batmaktı
Sonunda bu da oldu… Yurt içinde 60 yılı aşan şampiyonluk rekabeti, inişli-çıkışlı heyecanıyla, coşkusu ve hayal kırıklığıyla Avrupa’ya da taşındı. Evet, Üç Büyükler dediğimiz futbolumuzun anlı-şanlı “ekabir”leri, şimdi UEFA Avrupa Ligi’nde birlikte mücadele edecekler. Fikstürdeki 8’er maç tamamlandıktan sonra eleme aşamasına gelindiğinde, o aşamada ilerledikçe birbirlerinden ya kopacaklar, ya da finalde “kenetlenerek” bir Türk yılı yaşatacaklar. Olur mu? Olur. Yeni statü buna uygun hale getirildi.
Takımlar 8’er maç yapacak. Tek devreli lig usulü… Rövanş karşılaşması yok.
Avrupa organizasyonlarını dikkatle izleyen arkadaşlarımın anlattığına göre dişli ve güçlü takımların yanı sıra dişe göre, güç tartısında eşit statüde daha çok takım var. Özellikle bizimkilerin boyuna ve kadro derinliğine göre bu hesabı yaptığımızda 36 takımlı başlangıç pozisyonundan sonra 12 takım elenerek evine dönerken, son 16 için bildiğimiz play-off sistemine yakın bir uygulamaya
Gerçekten çok özel bir derbi izledik. Oyunu sahneye koyan Okan Buruk’tu. Oynayan takım Galatasaray oldu. Haliyle oynayan da kazandı.
Mourinho mu? Çok mutsuz ve asabi bir maç izledi. İlk yarım saat dolmadan 2-0 yenik duruma düşen takımı için maçı çevirecek hamleler yaptı mı? Hayır. Ama kenardan sürekli hakem kararlarına söylendi… Sonrasında yaşadığı ve yaşattığı hayal kırıklığı karşısında içine kapandı, devre arasında futbolcularına anlatacaklarını düşünmeye başladı.
Okan Buruk, takımını daha yerleşik bir oyun kültürüyle getirdi Kadıköy’e. Ezeli rekabetin ne olduğunu bilmeyen ya da bilip de yaşamayan oyuncularına anlaşılan o ki sadece uygulayacağı taktiği anlattı. Yani nasıl oynanıyorsa, öyle!
Galatasaray’ın peş peşe gollerini izledik. Torreira ve Mertens takımlarını coşturdular. Fenerbahçe karşısında büyük bir şok dalgası oluşturdular. İlk gol, direkten dönen topun sırtına çarpıp ağlara takılmasıyla Livakoviç’e (kk) yazıldı ama ben çeteleye Torreira diye yazdım. Sonra Osimhen’in Mertens’e
Çok Özel Bir Derbi İzleyeceğiz. Bu derbiye “Çok Özel” kavramının nereden ve kimden kaynaklandığını biliyorsunuz: Jose Mourinho! Bugün Jose Mourinho ile çok özel derbiye ev sahipliği yapacak Fenerbahçe’de patron sadece Mourinho da değildir. İnanılmaz transfer hamleleri ile karlı alım-satım kararları ile sürekli yenilenen sarı-lacivertli forma, 10 yıllık hasretini bitirmek üzere işbaşı yapıyor. Malum ya, bu şampiyonlukların göbeği derbilerde kesilir. Galatasaray tarafından bakarsak, kimse itiraz etmesin, onlar da çok özel ve “bizden” bir hocanın yönetiminde futbol düellosuna çıkacak. Şu anda Okan Buruk Hoca’nın elinde hücum ustalarından oluşan bir “Taarruz Timi” var. Ancak savunmada Muslera dahil, hepsinin şaşılacak hataları dikkat çekiyor. Yine de Galatasaray Galatasaray’dır. Hele ki (yetişirse) Icardi, Batshuayi ve Osimhen geceyi bir varyete şova dönüştürebilirler. Aksi olursa da şaşırmam. Fenerbahçe, çok başarılı bir transfer hamlesi ile Ferdi’yi satarak büyük para kazandı. Ancak,