Başlıkta okudunuz işte.. Beşiktaş’ın son 2 maçını karşılaştırmak için Türkçemizden iki yeterli sözcük.
Birincisi, Ole Gunnar Solskjaer’in ilk maçında Athletic Bilbao’ya karşı “sihirli” dokunuşu. İkincisi ise niyetsiz, etkisiz, oyunsuz bir Beşiktaş takımı.
Antalya’da Süper Lig’e dönüş, o kadar parlak olmadığı gibi, her dakikası kaygı ile izlenen pasif bir futbol macerası oldu. Sonunda görüldü ki Beşiktaş deplasmanda maç kazanmayı beceremiyor. Ole’nin bir değil, birkaç sihirli dokunuşa ihtiyacı var.
Bir takım bu kadar uçlarda ve peş peşe zıt görüntüler veren iki oyunu nasıl oynar? Maç seçiyorlar da Antalyaspor’u ciddiye almadılar, desem olmaz. Acaba ille de taraftarların önünde oynamak istiyorlar.. Kendilerini eksik hissediyorlar, desem olur mu? Emre Belözoğlu ile daha agresif oynayan, hem topa hem de oyuna ağırlığını koyan taraf ev sahibi Antalyaspor’du. Beşiktaş ilk yarı boyunca Semih’in 2 hamlesi dışında rakip kaleyi ziyaret edemedi. Antalyaspor hem topun sahibiydi ilk
Beşiktaş’ın resmi internet platformuna baktım. Şenol Güneş döneminde 6 kişiyle çalışan teknik ekip, acaba yeni dönemde nasıl oluşacaktı? Ole Gunnar Solskjaer’in fotoğrafsız “teknik direktör” unvanıyla futbol A takımının başında olduğu açıklanmış, sonra da Serdar Topraktepe, Hakan Çalışkan, Dolu Arslan, Barış Gürol, Caner Batuhan Koç’tan oluşan teknik kadro fotoğraflı olarak sunulmuştu.
Peki, anladık da… Norveçli hocanın yardımcısı olarak açıklanan Norveçli Erling Moe ile kaleci antrenörü İngiliz John Hartis’in durumları neydi? Bence biraz tartışmalıydı. İmza törenine katılmamışlar, doğrudan Nevzat Demir tesislerine giderek “işbaşı” yapmışlardı. İnternet platformunda adları geçmiyordu.
Ciddiyeti ve hazırlık anlayışını iyi bildiğim Başkan Serdal Adalı’nın bu konuya açıklık getirmesini beklerim. Hangi teknik ekip iş başında olacak? Ole’ninki mi, yoksa Serdar Topraktepe’ninki mi? Beşiktaş’ın planlanmış bir süre (2,5 yıl) ile sorumluluk verdiği Solskjaer’in, beklenen başarı için
Adana’daki maçın birkaç dinamiği var: Aşırı “özgüven” duygusuyla en umutsuz anlarda ortaya çıkıp yükselen “umut”... Galatasaray’ın takıldığı Hatay maçındaki beraberlikten sonra Fenerbahçe’nin “farklı kazanma” motivasyonu... Demirsporlu oyuncuların takımın finansal durumunu unutup kendilerini hatırlayarak kariyerlerinde unutulmayacak bir maça adlarını yazdırma isteği.
Daha da ötesi... Üçlü savunmayla oyuna başlarken Mert Müldür ve Levent Mercan’ı emanetçi stoper olarak sahaya süren, belki de Lyon maçına sakladığı Çağlar Söyüncü’yü kenarda tutup, sonradan oyuna sokan Mourinho... Hoca gayet sakin başladığı maçta dakikalar ilerledikçe asabi hallere büründü. Elini, kolunu öfkeyle açıp peş peşe tepkiler gösterdi. Bir bakıma haksız da sayılmazdı. Sonra sarı kartı gördü. Dörtlü orta alanda oyunu kontrol eden Fred ve Szymanski, beklenen kurguyu ve baskıyı oluşturamadılar. Kanatlarda Oğuz Aydın ve Kostic’in katkıları da
Bu maçtan iyi futbol, bol gol, bireysel ve takım oyunundan zengin istatistikler bekleyenler hayal kırıklığına uğradı… Çok şeylere gebeydi maç… Beşiktaş örneğin… Sezon sonu gelmeden Serdar Topraktepe dahil, dördüncü teknik direktörü getirmişlerdi. Peş peşe yaşanan hayal kırıklıklarından sonra Solskjaer ve yardımcısı tribündeydi. O nedenle özellikle ilk yarıda görücüye çıkmış ev kızı gibi eli ayağı titredi oyuncuların. Samsunsporlu konuklar ise ilk yarıyı aşırı güven duygusuyla oynadılar. Topun bulunduğu bölgede çoğalarak, pozisyon ve fırsat yaratarak, ancak atabilecekleri golleri atamadan oyalandılar.
Samsunspor, her şeye rağmen, ligin ilk yarısında kendi sahasında kaybettiği maçın rövanşını alamamış oldu. Yine de Karadeniz ekibini kutlamak gerekiyor. Teknik direktörleri Thomas Reis’i de unutmadan.
Beşiktaş maçın ikinci yarısında, özellikle 64’te Drongelen’in kırmızı kartla takımını 10 kişi bırakmasından sonra biraz daha ev sahibi takımdan beklenen oyunu sergiledi. Muçi’nin Joao Mario’nun yerine
Geçen hafta TRT Spor’da İngiltere Federasyon Kupası üçüncü turundaki Arsenal-Manchester United maçını izledim. Futbol adına son yıllarda en keyif aldığım maç oldu. Hele ki zaman zaman kariyerindeki sıkıntılara tanık olduğumuz Milli Takım kalecilerimizden Altay Bayındır’ın “maçın kahramanı” olarak alkışlanması pastadaki kremanın çileğiydi.
Normal süresi ve uzatması 1-1 sona eren maçta Altay, Arsenal’in kullandığı penaltıyı kurtarmış, maçın kaderini eline almıştı. 10 kişi kalan Manchester United zor maçı penaltılara kadar taşıdı. Seri penaltılardan birini de kurtaran Altay, “gecenin kahramanı” ilan edildi. Geçenlerde oynanan Tottenham maçında kendisine şans verilen kalecimiz, yediği hatalı gollerle “günah keçisi” olmuştu. Çok ağır eleştiriler aldı. Yine de şanslıydı… Onu adeta yok sayan menajer Eric Ten Hag görevi bırakmış, yerine Portekizli Ruben Amorim seçilmişti. Amorim Kasım sonunda “geçici” teknik adam Hollandalı Ruud Van Nistelroy’dan sorumluluğu aldı. Yeni hoca tam
Deli denizlerin rüzgarı gibi Beşiktaş… Bakıyorsunuz, hiç ses getirmeden, yaprak bile oynatmadan kaya kovuklarında masal anlatır gibi uğulduyor… Sık sık top kaybediyor. Rakibinin baskısı altında daha üç pas yapmadan Bodrum’un dalgalarıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Böyle oyunlara “geçiş” deniyor. Topun geri alınması ya da kaptırılmasıyla oyunun akışı bir anda değişiyor.. Maaşallah, Beşiktaş da top kaybetme ve geri kazanma konusunda çok hareketli bir gösteri sunuyor bize. Tribündeki taraftar “desteğini esirgememek adına” şarkılar söylüyor. Ama bir yandan da kaçan toplar ve fırsatlar için cozurdama başlıyor.
Keyif kaçıran bir olay da Gedson Fernandes’in maalesef sakatlanarak oyundan çıkışı. Ancak bu bir vukuat-ı hayriye’ye (hayırlı olaya) dönüşüyor. Yerine giren Al Musrati, hücuma dönük bir 8 numara karakteri sergiliyor. Beşiktaş ilk gol öncesi maç başından beri beceremediği pas zincirini başarıyla sıralıyor. Saymadım ama en az sekiz adam olmalı. Sonunda top Rafa Silva’ya geliyor. Bir sağ kanat
“-Cüneyt Abi’yi, Fırat Aydınus’u, Bülent Yıldırım’ı hiç de hak etmedikleri biçimde kalp kırarak, yok sayarak, dışlayarak sistemden kopardılar. Oysa onların ikisi 25’er derbi yönetmiş, ötekiler de en az 10’ar derbide düdük çalan usta hakemlerdi.” dedi... FİFA kokartlı emekli hakemlerle konuşuyordum. “Bu akımdan hepimiz payımıza düşeni aldık” diye devam etti. Hakemliği bırakıp kenara çekilmişlerdi. Hiç birinin beklentisi yoktu.
TFF kongresi yapılmış, başkan ve yönetim kurulu değişmişti. İbrahim Hacıosmanoğlu başkanlığındaki yeni anlayış, “adil yönetim” sloganıyla gelir gelmez ilk tırpanları hakemlere vurdu. Bu darbeden çok sayıda hakem nasibini aldı.
Futbol sahasında yaptığı işi meslek olarak seçmeyen, ailesinin ve çocuklarının kaderini maç yöneterek kazandığı paraya bağlamayan hakemler de vardı.. O nedenle boynunu bükmeden, özgürce düdük çaldılar.. Hatalı yönettiği bir maçtan sonra kulüp başkanına verilen söz gereği hakemliği bırakmak zorunda kalmıştı
Bazen tatil de yorar insanları… İşi unutur, kafanızı dağıtır, farklı alanlarla ilgilenir, ağır aksak hallerle göreve dönersiniz… Beşiktaş’ın Rize’den lig sahiline çıkması böylesine negatiflerle doluydu. Haydi, daha somut örneklerle devam edelim. Maç yine de yüksek tempoda oynandı. Beşiktaş ev sahibinin hızlandırdığı tempoya ayak uydurabildi mi? Eh işte!... Telaşla, tepkimeyle, kendi kararlılığıyla, kendi kurgusuyla değil, Rizesspor’un her hamlesine adeta uykudan uyanır gibi karşılık verdiler.
Rizespor ilk yarıda oyunun patronuydu… Akintola, Ghezzal, Olawoyin ve Ali Sowe ile Beşiktaş kalesine yüklendiler. Beşiktaş savunması bu hamleleri karşılamakta oldukça etkisiz ve dağınık kaldı. Kalesinde Mert olmasaydı, Rizespor maçta dört gol daha bulacaktı. Sırası gelmişken… Ernest Muçi’yi de takdir etmek gerekiyor. Beşiktaş’ın en atletik oyuncusuydu. Rafa Silva, Gedson ve İmmobile gollük topları çok kolay kaybederken, kalabalık savunmayı aşacak ustalığı gösteremediler. Muçi gol öncesinde de, en az iki-üç atakla güzel