28 Nisan Dünya Dans Günü idi. Malum sebeplerle bunu birtakım etkinliklerle kutlamak mümkün olmadı bu sene. Ama sanırım yine aynı sebeplerle, medyada da sosyal medyada da her zamankinden fazla yer buldu kendine bu özel gün. Çünkü içimiz daralıyordu, çünkü ‘durmaktan’ yorulmuş, endişelenmekten, üzülmekten bezmiştik ve dans diye bir şey vardı. Bugüne kadar etmemiş olmamız etmeyeceğimiz anlamına gelmezdi. Online katılınabilecek dans etkinliklerini seçenler de oldu, halihazırda evde bir dans arkadaşı varsa onunla beraber sallanmayı deneyenler de. İyi geldiğine şüphem yok.
İkinci sezonuyla tam bir hayal kırıklığı olan Netflix dizisi “After Life”tan bende bir şey kaldıysa, o da ölen karısının ardından bitmeyen yas tutan kahramanımızın “Keşke benle dans etmek istediği zamanlarda bahaneler bulup geri çevirmeseydim” diye hayıflanması oldu. Şimdi beş dakika ona sarılıp durmak için dünyaları vermeye hazırdı ama zamanında “Erkek adam Lionel Richie’de dans etmez” bile vardı bahaneleri arasında.
Eminim tanıdık gelmiştir. Hatta “Erkek adam zaten dans etmez” kulağa daha bile tanıdık geliyor. Üç günlük dünyada cinsiyetlere biçtiğimiz roller hayranlık verici gerçekten. Bir rahat bıraksak ya kendimizi de, başkalarını da. Benim Dünya Dans Günü aktivitem tam da bu yüzden, geçen yılın en sevdiğim filmlerimden “And Then We Danced”i (Ve Sonra Dans Ettik) tekrar izlemek oldu. Bir aile geleneği olarak hayatını Gürcü halk danslarına adamış, dans partneriyle evlenip mutlu veya mutsuz, o bir parametre değil bir yuva kurması beklenen Merab, günün birinde dans ekibine katılan Irakli’ye âşık oluyor ve hayalleri, bugünü, geleceği, her şey altüst oluyor. Artık dansı da eskisi gibi olmuyor, hayatı da.
Yönetmen Levan Akin Gürcistan’da 2013 yılında saldırıya uğrayan eşcinsel onur yürüyüşünden etkilenerek yapmış bu filmi. Çok etkileyici, çok güçlü bir büyüme hikâyesi. Ailemiz, toplum, öğretmenlerimiz, komşular söz birliği edip “Erkek öyle olmalı, kız böyle olmalı” diye bize bir elbise biçerken, hayat nasıl bütün akışı değiştiriveriyor, biz de olan bitene öylece bakakalıyoruz, şahane anlatıyor. Ya o akışa ayak uydurup önümüze çıkan barajları aşarak yola devam edeceğiz, ya bize dayatılan duvarların içerisinde kalıp mutsuz bir hayatı tüketeceğiz. Bir seçimden söz edeceksek seçenekler bunlar. Eminim hepimiz hatırlıyoruzdur kendi ilk gençlik yıllarımızdan bu yol ayrımlarını.
Gönül büyük bir saflıkla ister ki bu filmi izleyelim, insana her şeye meydan okuma gücü veren aşkın nasıl bir şey olduğunu unutmuşsak hatırlayalım. Merab’ın dansına ayak uydurmayı deneyelim.
Bilmiyorum, sanki o zaman birine aslında kim olması, kimi sevmesi, kiminle, nasıl dans etmesi gerektiğini dikte ederken, aksi takdirde onu hasta kabul etmeye kalkışırken bu kadar rahat olamayız gibi geliyor. O dans bizi de özgürleştirir belki ve eminim hafifleriz o zaman. Yorucu çünkü sürekli insanları kendi yargılarımıza göre ayırıp yaftalamak.
Not: “Bir hekim olarak belirtmek isterim ki eşcinsellik hastalıktır” gibi cümleler kurabilen hekimler bu naif dileğin konusu değil, onlar izlese de kendilerine bir şey ifade etmeyecektir.