17 Ağustos, unutmadığımızı her yıl dönümünde tekrarladığımız Marmara depreminin 20. yılıydı. 20 yıl geçmişti yaşayan kimsenin hafızasından silinemeyen o saniyelerin üstünden. 20 yıldır göremiyordu sevdiklerini o enkazların altında bırakanlar.
Andık gene, kayıplarımızı andık. Tek tek isimlerini yazdık, fotoğraflarına baktık, çiçekler koyduk hatıralarına. Unutmadık, dedik.
Peki, aramızda iç rahatlığıyla “Bitti geçti çok şükür, çok kötüydü, korkunçtu ama neyse ki bir daha yaşanmayacak” diyebilen oldu mu? Hepimiz biliyoruz değil mi gene yaşanacağını? Uzmanların bizi durduk yere korkutmaya çalışmadığını? Muhtelif ülkelerden araştırma yapıp Marmara denizindeki hareketliliğe dair bulgular aktaran bilim adamlarının bizi dehşete kaptırmayı misyon edinmiş düşmanlar olmadığını?
Gelecek yani. Ve biz aradan 20 - 25 - 30 yıl geçmişken daha hazırlıklı yakalanmayacağız depreme. Gene bir takım binalar dimdik ayakta dururken bazıları yıkılacak, yıkılacağı çoğunlukla baştan bilinenler yıkılacak. Bu sürpriz olmayacak. Kendimizi atıp canımızı kurtaracağımız daha da az toplanma alanımız olacak. Bir alışveriş merkezi daha bizi korumayacak olası bir felaketten.
Belki evimizde bile almamız gereken önlemleri almadığımızdan gelecek başımıza ne gelecekse. Bu yüzden hiç değilse Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü’nün internet sitesine girip Afet Hazırlık Eğitimi Birimi’nin çalışmalarına göz atmanızı öneririm.
Bunları yazıyor olmaktan da nefret ediyorum çünkü ben de depremden söz edildiğinde “elimizden bir şey gelmeyeceğine göre düşünüp dertlenmenin bir anlamı yok” diye kaçma eğilimi gösteren-lerdenim. Ama aklı insana rahat vermiyor ki.
“Ne yapalım, doğal afet, deprem bölgesinde yaşıyoruz, bunu değiştirmek elimizde değil, her gün korkuyla mı yaşayalım?”. Evet, elbette bunu değiştirmek elimizde değil ama doğayla kazanamayacağımız baştan belli bir savaşa girmemek elimizde. Yani çoktan girmişiz de ateşkes ilan edip geri çekilmek hala elimizde.
Deprem bize uymayacak, biz depreme uyacağız. Tıpkı bizzat kendi elimizle alt üst ettiğimiz iklimler, yok ettiğimiz ormanlar ve çoğalttığımız betonlar sonucu her yıl birkaç kez İstanbul’u felç eden yağmurların bize uymayacağı gibi. Bence mistik bir mesaj arayacaksak burada arayabiliriz, cumartesi depremin 20. yıl dönümünde adeta gök delindi ve yine her yeri su bastı. Bir buçuk saatte 114 kilo yağmur düşmüş yere (keşke toprağa diyebilseydim, o zaman farklı bir noktada olurduk zaten, maalesef yere, betona), ne alt geçitler kalmış, ne çarşı pazar, ne vapur ne tramvay.
Devamlı gafil avlanıp hazırlıksız yakalanacağımıza daha köklü bir yerden mücadeleye başlamanın zamanı gelmemiş midir sizce? Küresel ısınma, iklim krizi gerçek, evet. Ama elimizi kolumuzu bağlayıp izleyeceğimiz bir gerçek değil, sorumlusu biziz ve çoluğumuza çocuğumuza
bile kalmadan kendimiz için alınacak önlemler var. Deprem de gerçek, evet. Ama yıllardır “deprem gerçeğiyle yaşamak” dedikleri de arkaya yaslanıp beklemek değil.