Bu gerçekten çok fena bir şeymiş. İnsanın ilk gençliğinin -aslında sonrasının da- geçtiği semtte o yıllara dair tek bir iz bulamaması. Hani bir sabah uyanmışsın da kendini “Ahh Belinda” türü bir kâbusun içinde bulmuşsun gibi. Birileri bütün hayatını çalmış gibi. Şurada şunu yapardık, burada falancayla buluşurduk diye anlatacaksın, hiçbiri yok.
Bu gerçekten çok fena bir şeymiş. İnsanın ilk gençliğinin -aslında sonrasının da- geçtiği semtte o yıllara dair tek bir iz bulamaması. Hani bir sabah uyanmışsın da kendini “Ahh Belinda” türü bir kâbusun içinde bulmuşsun gibi. Birileri bütün hayatını çalmış gibi. Şurada şunu yapardık, burada falancayla buluşurduk diye anlatacaksın, hiçbiri yok.
Bundan sonrası ister istemez “nostalji” kokacak, halbuki o kadar da tarih ötesi çağlardan bildirmiyorum. “Biz Beyoğlu’na takım elbisesiz çıkmazdık” dönemi değil yani sözünü ettiğim.
Galatasaray Lisesi’nde okurken zil çaldığı gibi soluğu Bab Kafeterya’da alırdık. Beyoğlu’ndaki diğer liselerin öğrencileri de orada olurdu, haliyle kızlarla oğlanların bakıştığı, juke box’a para atarak birbirine şarkıyla mesaj yolladığı, sosisli sandviçinin benzeri olmayan bir fast food restoranıydı. Sahibi her birimizi tanır, çaktırmadan korur, kollardı. Elimizde sigara gördüğünde kırmadan azarladığını bile hatırlarım.
Hafta sonları Bab buluşmalarının sonrası yine aynı sokakta, ya Emek ya Sinepop sinemasında devam ederdi, zaten ikisi karşı karşıyaydı.Bazen de önceden para toplayıp bilet alır, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Taksim Sahnesi’ne oyun izlemeye giderdik. İlk kendi kendimize oyuna gitmelerimiz orada başladı. İnanılır gibi değil ama cumaları bazen dersi asıp AKM’ye İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın geleneksel konserlerinin provasına sızardık. Kimse de “Neden geldiniz?” diye sormazdı.
“Ne kadar sanatsever gençlerdik biz” diye övünmeye çalışmıyorum, yaşadığımız üçgende zaten hayat yolumuzu bir konsere, bir filme, bir oyuna götürüyordu, demek istediğim bu. Ya da Kara Kedi diye bir plakçı vardı mesela, senin ne tür müzik dinlediğini bilirdi, “Tam senlik bir albüm bu” diye tavsiyede bulunurdu. Aynı şekilde Lale Plak vardı, aradığın ve aramadığın türlü plağı, CD’yi, kitabı orada bulurdun. Robinson’a gider, kitaplar arasında kaybolurdun. Caffinet’ye, Kaktüs’e, Pia’ya oturur izlediğin, okuduğun, gördüğün şeyleri konuşurdun, zaten karşı masanda da misal İlhan Berk otururdu, Atıf Yılmaz otururdu, Yusuf Kurçenli otururdu.
Hayatın onları geri getirmesini beklemiyorum elbette ama bir şeyler de yerinde kalsa, baktığımızda anılarımız canlansa olmuyor muydu? Güzelim Aya Triada Kilisesi’nin bahçesine nazır uzun öğle yemekleri yediğimiz, yurt dışından gelen misafiri mutlaka götürdüğümüz Hacı Baba bile yok artık.İşin acıklı tarafı, bunlar sadece bizim değil, anne babalarımızın, abla abilerimizin de anıları olan yerlerdi. Onlar bizimle aynı mekânı farklı zamanlarda paylaşmayı başardı, biz kendi çocuklarımıza “Şurada şunu yerdik, bunu izlerdik, şu kitabı, bu plağı almıştık” diyemedik, diyemiyoruz.
“Benim gençliğim burada geçti”. Peki, okul çıkışı arkadaşlarla gittiğin kafeterya yok, ilk tek başına film izlediğin sinema yok, ilk arkadaşlarınla oyun izlediğin tiyatro salonu yok, ilk kitabını aldığın kitapçı yok, listeler yapıp karışık kaset doldurttuğun kasetçi yok, şimdi ilk plağını aldığın Lale Plak da olmayacak. Hatay Medeniyetler Sofrası, nargile ve fal kafeleri iyi güzel de, bunca anının, o kadar yılda oluşmuş, anne babadan çocuğa aktarılan kültürün yerini tutar mı?