Her Babalar Günü yaklaşırken sana gelen o garip haller... Bir eksikliğini hatırlatan o "özel günün" başkaları için kutlu bir gün olmasına çocukça bir serzenişte bulunmak istemen ile onlar adına mutlu da olabileceğini düşünüp olgunlukla kabullenmenin arasında kalman. Yaşının geçen senelere değil, anlık hislerine göre değişebilmesine şaşırman. Ergin tarafın seni hakikate doğru ilerletirken, çocuk yanının arkandan çekiştirerek seni geriletmesi. Öne doğru hareket etmek istesen de, ardındaki çocuğun elini bırakmaya kıyamaman. Onun başını okşama görevinin de sende olduğunu idrak edip, elinden tutup, yanında yürümeye ikna etmeye çalışman.
Her Babalar Günü yaklaşırken aklına gelen o garip düşünceler... "Hayatta olsaydı neler yapardı, beni nasıl severdi, nasıl korurdu?" diye her sene, değişen hayat gündemine göre şekillendirdiğin o bitmeyen senaryolar. Genç kız iken, "Hayatta olsaydı da bana şu saatte evde ol." deseydi senaryosunun, çocuğun olduğunda "Hayatta olsaydı da benden habersiz oğlana çikolata verseydi." diye değişmesi. İstisnasız her sene "Sesi nasıldı acaba nasıl sesini bilmiyorum?" diye düşünmen. Aynı uslanmaz umut ile o sesi hatırlamaya çalışman ve istikrarlı olarak bir ses
Sözler
Karantinanın başından beri eşimin köyündeyiz, Bolu'da. Bütün akrabaların evleri yan yana burada. Yengeler, amcalar, kayınvalideler, kayınbabalar; herkes bir arada. Birlikte yaşayınca da, daha derinlere inme fırsatı doğuyor insana. Herkesi daha çok izleyip, daha çok anlamaya çalışıyor... Gözlemledikçe de daha çok şaşırıyor. Özellikle ailenin kadınlarına. Başlarına ne iş gelirse gelsin, ellerinden her işin gelmesi hayranlık uyandırıyor. "Bilmedikleri hiçbir şey yok mu acaba?" diye düşünürken insan, hiç bilmediği şeyleri duyuyor. Marulların daha çok büyümesi için topraktan sökülüp başka bir yere ekilince, bunun adının "marulları şaşırtmak" olduğunu, nohutlu pilav gibi, menemen gibi herkesi bir öğün için doyurabilecek yemeklere "öğünsavar" dendiğini, mutfak fayansı düştüğünde kalekim sürüp yapıştırılabildiğini, gider borularını otuz santim aralıklarla kesip duvara matkapla tutturunca kürek askılığına dönüştürülebildiğini.... Şehir hayatına döndüğümde bunları kullanamayacak olmaktan dolayı hüzün duysam da, nereye gidersem gideyim yanımda taşıyacağım başka şeyler de veriyorlar bana. Sözlerini... Sohbet anında tam da konuya uygun olarak ağızlarından çıkıveren sözlerden
Ben çocukken yatmadan önce bize kitap okunmazdı. Masal anlatılırdı. En çok da anneannem anlatılırdı. Hele ki bir Mehmet masalı vardı ki, çok severdim. Bir kere yetmez, iki kere yetmez, en az beş kere anlattırırdım. "Bu benim en sevdiğim masal anneannem" dediğimde de, "O kadar seviyorsan, sen de çocuklarına anlatırsın." diye beni gülümsetirdi anneannem. Uzun uzun yıllar geçti. Yaşım masal anlatılacak yaşı geçti, masal anlatacağı yaşa geldi. Oğlum da masalları anlayacağı yaşa geldiğinde, aldım onu yanıma hevesle. Hatırlamaya çalıştım Mehmet masalını zihnimde, tam olarak şöyleydi;
Bir tane Mehmet varmış... Annesi bir gün Mehmet'i tuz almaya göndermiş. O zamanlar tuzun adı "hiç"miş. Ne alacağını unutmamak için "Hiç, hiç, hiç" diye sayıklayarak gidiyormuş. Az gitmiş, uz gitmiş... Sahilde balık tutan bir adam görmüş. Adamın yanından geçerken, "Hiç, hiç, hiç" demeye devam etmiş. Adam "hiç" kelimesini ardı ardına duyunca Mehmet'in yüzüne iki tokat patlatmış. "Balık tutana hiç denmez, beşine onuna birden
"Süt üretmelisin. Daha fazla süt üretmelisin. Bir şey olursa diye, yedekleyecek süt de üretmelisin. Sen emziren bir annesin. Süt üretmelisin." Emzirdiğim sürece içsesim 60 yaşlarında dırdırcı bir teyze oldu. Geceleri beni "Sütün geliyor mu?" diye ciyaklayarak uykumdan uyandırdı. Gece yarısı meme ucunu sıkıp süt var mı diye kontrol etmemin nedeni de içsesten başkası değil. Ona karşı gelip kendimi sakinleştirmek yerine, onun kaygıları ile iyice gaza geliyordum. Kendimi bir robot gibi hissediyordum. "Süt üret, daha fazla, süt üret, daha fazla ye, üretim için ye, neslini sürdürmek için ye, ye Aslı ye!" Bebeğin uyuduğu ve bebek uyuduğunda bu adrenalinden benim uyuyamadığım zamanlarda da süt üretimi için planlar yapıyordum. "Bebek uyurken süt çayı iç. Uyandığında süt kapasiteni artırmış ol." Bu aşırı telaşlı hallerimdeyken bir gün bebeği açık havada uyutmak üzere pusetle parka gittim. O uyurken süt üretmem gerektiği (!) için de, termosuma süt çayı koydum. Bir elimde süt
Akıl defterim....
Çocukluğumdan bugüne hiç sıkılmadan sürdürdüğüm bir işim var. Anneleri gözlemlemek. Çocuklarına bakışları, onları nasıl sevdikleri, nelere titizlendikleri, hangi durumlarda güçlü oldukları, ne olunca ağladıkları, ne zaman içten güldükleri... Sanki benim meselemdi annelerin davranışları ve hisleri. Onları hissiyatları üzerinden anlamlandırmak ve anladıklarımı da unutmayayım diye akıl defterime not almak. Ara ara da dönüp o defteri karıştırmak.
İlk sayfalarda hep annem var. Yoğun çalışıyor, çalışması gerekli, bu yüzden çok vakit geçiremiyoruz beraber. Ama hafta sonları işi olmadığında kısıtlama olmadan oyun oynuyoruz. Normalde koltukta otururken, oyun oynamak için yere oturması çok hoşuma gidiyor. Benimle ilgileneceğinin işareti bu sanki. Ben de bunu gözlemleyip "Çocukların en sevdiği yer yerdir." diye bir not alıyorum defterime. Karıştırırken sayfaları biraz sonlara doğru bakıyorum. Üniversite zamanlarıma geliyorum. Çalışkan bir öğrenci olmama rağmen bir hocanın bana kafayı takmasından dolayı bursumu kaybetme riskim var. Derslere odaklanmam lazım ama tedirginlikten çalışamıyorum. Canım çok sıkkın. Bir sabah uyandığımda bir kağıt buluyorum masamın üzerinde.
Demiradam'ı nasıl bilirsiniz? Ben anne olmadan önce kendisini sadece ismen tanırdım. Şu sıralar ise süper güçlerinden, zayıf yanlarına, çocukluk travmalarından, kahramanlıklarına kadar şahsı ile ilgili tüm detaylara hakimim. Çünkü Demiradam benim oğlumun en sevdiği süper kahraman. O kahramanların en güçlüsüymüş. Zırhı çok gelişmişmiş çünkü. Akıllı füzeleri, değdiği yeri yok eden lazerleri, manyetik kalkanları, püskürtücü ışınları, uçmaya yarayan roketleri... Oğlum Demiradam'ı anlatmıyor, resmen yaşıyor. Röyalarında (Rüya demeyi öğrenmesini istemiyorum "röya" kelimesini çok duyarsam o kadar iyi.) hep Demiradam'ı görüyor, sabahlarına bu sayede mutlu uyanıyor. Yemediği şeyleri "Bak Demiradam da bunu çok seviyormuş ama..." diye övdüğümde itirazsız bitiriyor. Kaba kelimeler kullandığında "Ama Demiradam çok kibarmış, hep sizli bizli konuşuyormuş; lütfen, rica ederim, sana destek olmamı ister misin? diyormuş" diye belirttiğimde oğlumun da
Demiradam'ı nasıl bilirsiniz? Ben anne olmadan önce kendisini sadece ismen tanırdım. Şu sıralar ise süper güçlerinden, zayıf yanlarına, çocukluk travmalarından, kahramanlıklarına kadar şahsı ile ilgili tüm detaylara hakimim. Çünkü Demiradam benim oğlumun en sevdiği süper kahraman. O kahramanların en güçlüsüymüş. Zırhı çok gelişmişmiş çünkü. Akıllı füzeleri, değdiği yeri yok eden lazerleri, manyetik kalkanları, püskürtücü ışınları, uçmaya yarayan roketleri... Oğlum Demiradam'ı anlatmıyor, resmen yaşıyor. Röyalarında (Rüya demeyi öğrenmesini istemiyorum "röya" kelimesini çok duyarsam o kadar iyi.) hep Demiradam'ı görüyor, sabahlarına bu sayede mutlu uyanıyor. Yemediği şeyleri "Bak Demiradam da bunu çok seviyormuş ama..." diye övdüğümde itirazsız bitiriyor. Kaba kelimeler kullandığında "Ama Demiradam çok kibarmış, hep sizli bizli konuşuyormuş; lütfen, rica ederim, sana destek olmamı ister misin? diyormuş" diye belirttiğimde oğlumun da konuşmaları kibarlaşıyor. Ebeveynlikte bana sağladığı bu kısayollardan ötürü Demiradam benim için çok önemli bir adam. Dürüst bir adam, örnek bir adam, adam gibi bir adam....
Takdir edersiniz ki eve de bir sürü Demiradam figürü aldık. Onu
Çocukluğunu doyasıya yaşamış olanlar var. Koşmaya, oynamaya, ekmek arası bir şeyler atıştırmaya, başının okşanmasına, dizindeki kabukları koparmaya, salıncakta bacaklarını iterek sallanmaya, yatar yatmaz hemen uykuya dalmaya, öpülmeye, koklanmaya doymuş olanlar... Bir de çocuk olmaya doyamayanlar var. Belki bir ebeveyn kaybından, belki bir travmadan, belki ilgi azlığından, belki zamanın şartlardan dolayı çocukken bile, hep bir şeylerin eksik olduğunu hissedenler. Hayata bir sıfır küs başlayanlar. İçlerinde bir yerlerde haksızlığa uğranmış duygusunu taşıyanlar. Bu haksızlıktan dolayı, haklı mutsuzlukları olduğuna inananlar. "Neden ben" diye sormayıp, "yine mi ben" diyenler. Hayatı sorgulamaya çok erken yaşta başlayanlar... Olmayan deneyimleri ile yaşamla ilgili iddialı çıkarımlar yapıp yapıp yanılanlar. Yaş alıp deneyim kazandıkça da hayatın kimseye karşı özel bir garezinin olmadığını fark edenler. Onun herkes için hayat olduğunu sezip, değiştirebilecekleri yegane şeyin kendi bakış açıları olduğunu görenler. Hayatla arkadaş olmanın insanın içindeki çocuğa borcu olduğunu fark