"Süt üretmelisin. Daha fazla süt üretmelisin. Bir şey olursa diye, yedekleyecek süt de üretmelisin. Sen emziren bir annesin. Süt üretmelisin." Emzirdiğim sürece içsesim 60 yaşlarında dırdırcı bir teyze oldu. Geceleri beni "Sütün geliyor mu?" diye ciyaklayarak uykumdan uyandırdı. Gece yarısı meme ucunu sıkıp süt var mı diye kontrol etmemin nedeni de içsesten başkası değil. Ona karşı gelip kendimi sakinleştirmek yerine, onun kaygıları ile iyice gaza geliyordum. Kendimi bir robot gibi hissediyordum. "Süt üret, daha fazla, süt üret, daha fazla ye, üretim için ye, neslini sürdürmek için ye, ye Aslı ye!" Bebeğin uyuduğu ve bebek uyuduğunda bu adrenalinden benim uyuyamadığım zamanlarda da süt üretimi için planlar yapıyordum. "Bebek uyurken süt çayı iç. Uyandığında süt kapasiteni artırmış ol." Bu aşırı telaşlı hallerimdeyken bir gün bebeği açık havada uyutmak üzere pusetle parka gittim. O uyurken süt üretmem gerektiği (!) için de, termosuma süt çayı koydum. Bir elimde süt çayım, bir elimde puset bebeği uyutmaya çalışıyorum. Yalnız uyuması için puseti sürekli ileri-geri itiyorum. Çünkü durduğum an gözlerini açıyor. Nasıl uyuduysa, tüm uykusunu aynı şartlarda sürdürebildiğini düşündüğümden ileri geri hareketini bırakamıyorum. Bu hareketi yaparken de bir yandan çayımı içmeye çalışıyorum. Bir, iki, geri, ileri, gözleri kapandı mı ki, benim ağzım neredeydi derken bu ortama senkronize olamıyor ve çayı göğsüme döküyorum. Döktüğüm an acıdan çok ilk düşündüğüm şey, "Meme ucum yansıysa bu memeden sütüm kesilir mi?" oluyor. Sonra da "Neyse kesilirse de öbür meme var." diye kendimi rahatlatıyorum. O esnada canım çok yanıyor. Yanıyor ama ileri geri hareketini durdurmuyorum çünkü yanmayı bebeğin uyanmasına tercih ederim. Bir ara acıdan gözümden yaş falan da akıyor ama ağlamak günlük rutinimde olduğu için onu da çok umursamıyorum. Kalan çayı içip bebeğin uyanmasını bekliyorum. Eve gittiğimde yarama bakıyorum. Anında müdahale etmediğim için oldukça kabarmış. Oldu mu mis gibi bir yanık izim.
Baba, bebek ve ben bir doğa parkına gidiyoruz. Hayvanların etrafta özgürce dolaştığı iç açıcı bir park. Yeni yeni hayvan seslerini taklit eden bebek için harika bir ortam. Köpek nasıl yapıyordu annecim, inek nasıl ses çıkarıyordu, kuşlar nasıl uçuyordu... Evde çalıştıklarımızı uygulamalı olarak yapıyoruz. O hayvan seslerini yaptıkça da benim de koltuklarım hindi gibi kabarıyor. Glu, glu, glu.... Parktaki bütün insanlara gidip "Bakın bebeğim nasıl hayvanları taklit ediyor, hiç böyle bir taklit gördünüz mü siz?" diye bebeğimi övesim geliyor. Ancak bu iş biraz meşakkatli olabilir diye erteliyorum. En iyisi burada çok güzel bir fotoğraf çektirip aile Whatsapp grubumuzda "Ay ne tatlı" yorumlarını okumak. Bu harika fotoğrafı hangi hayvan ile çektirmeliyiz diye düşünürken gözüme bir midilliyi kestiriyorum. Bebek, ben ve midilli. Kesin çok şirin bir fotoğraf olacak. Bu sayede anneannesi de dayanamayıp bize gelir, birkaç gün rahat ederim diye de düşünmüyor değilim. Güzel çekmesi konusunda babayı elli kere uyardıktan sonra midillinin yanına gidiyorum. Beni görünce nedense arkasını dönüyor. Diğer yanına geçiyorum. Yine arkasını dönüyor. "Bu midilli neden bana arkasını dönüyor?" diye eşime sorarken bacağımda bir acı hissediyorum. Bana acı veren şey durmuyor hatta giderek artıyor. "Ya bebeği kucağımdan düşürürsem" diye kaygılanırken, bir yandan da baba fotoğrafı çekti mi diye bakıyorum. Baba o anda "Aslı kaç midilli seni tepiyor." diyor. "İyi de ben ne yaptım ki ona durup dururken beni neden tepiyor? Hem kucağımda bebek var görmüyor mu ne ayıp! Başka bir iletişim dili deneyebilirdi. Şiddetsiz iletişimden haberi yok galiba. Akşam eve gittiğimde bacağıma bir bakıyorum. Oldu mu mis gibi bir tepik izim.
Bebeği emzirmeyi bırakmam lazım ama bir türlü bırakamıyorum. Sanki emmeyince hiçbir şey yemeyecekmiş, aç kalacakmış, açlıktan her gün bir kilo verecekmiş falan gibi hissediyorum. Onu bende olan çok faydalı bir içecekten mahrum bırakacakmışım da, yediği hiçbir şeyden aynı vitaminleri alamayacakmış gibi. 6 ay, 1 yıl, 2 yıl geçiyor... Ben aynı hissediyorum. Bebek 2,5 yaşındayken (2,5 yaşında bebek olup olmadığı konusu spekülasyonlu olsa da) bir gün karnımda bir kaşıntı hissediyorum. Önce aklıma süt üretmek için yediğim badem ve cevizlerin etkisi olabileceği geliyor. Onları kesiyorum ancak kaşıntı bitmiyor. Vücudum kabardıkça kabarıyor, karnım yandıkça yanıyor. Bana doktor yolları gözüküyor. Doktor; "Yavrum sen neye sıkıldın nasıl çıkardın bunları?" diyor. Beni rahat bırakmayan içsesimin rolü burada da aşikar ancak doktora içsesimi anlatıp bir de psikiyatri bölümüne uğramak istemiyorum. Gitmekte sorun yok da, bebeğin uyku saatini sadece bir doktor ziyareti yapacak gibi ayarlamıştım. Uyku saatinin bozulması kırmızı çizgimdir. Velhasıl rahatsızlığım gül hastalığıymış. Vücutta gül şeklinde lezyonlar olduğu için bu ismi almış. Bence kaşıntı sonrası gülün dikenleri gibi battığı için de böyle adlandırılabilirdi de neyse. Uzun süre emzirme sonucu, uykusuzluktan, vücut direncinin düşmesinden böylesi döküntüler olabilirmiş. Emzirmeyi kesmem benim adıma iyi olurmuş. Olurmuş da, ben bir anda emzirmeyi kesebiliyor muyum. Hayır. Ya travma olursa da, bebek ayrılık acısı çekip memenin ardından "Sensiz ben nefes alamam, buralarda hiç duramam, tek başıma yalnız kalamam." diye şarkılar söylerse? Bir anda değil de, birkaç ayda emzirmeyi bırakıyorum. Oldu mu mis kokulu bir gül izim.
Hamileyken unutup da sürmediğim güneş koruyuculardan ötürü oluşan yüzümdeki güneş izlerim, uykusuzluktan bacaklarımı nereye çarptığımı fark etmeden yaptığım sıyrık izlerim, değişen hormonlardan dolayı çıkan ve geçmeyen sivilce izlerim... Annelik ile beraber oluşan bütün izlerim. Hiçbiriniz geçmediniz ve bende kaldınız. İyi ki de kaldınız! Çünkü siz bana vücuduma her baktığımda; kontrolün her zaman bende olamayacağını, yavaşlamayı, sakinleşmeyi, büyümeyi hatırlatıyorsunuz. Benim anılarımı saklayıp, olgunlaşmama şahitlik ediyorsunuz. Siz olmasınız ben bunları nasıl bilirdim? Hep bende kalın canım yara izlerim.