Bir şeyleri kaybettiğinde acır insanın canı. Aslında acıyı yaratan düşüncedir. Nedir bu düşünce? Kaybetme, sahip olmanın zıttıdır. Kim sahiplenir? Tabii ki egolarımız. “Benim” deriz. Benim telefonun, benim arabam, benim annem, benim kardeşim... Çocukken öğrendik ait olmayı ve sahip olmayı. Sonra ait olduğumuz yeri veya sahip olduklarımızı kaybettiğimizde acı çektik. Çünkü “benim” eksik kaldı o zamanlarda.
İnsanın en çok acı çektiği de sevdiklerini kaybettiği anda yaşanır. Bir daha göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız ve birlikte vakit geçiremeyeceğimiz için acır içimiz. Bir anda yok olur hayatımızdan; sadece anılar kalır elimizde. Belki de pişmanlıklar, söylenmemişlerin, yaşanamamışlıkların pişmanlığı. Bütün bunlar, bu dünyada kalan düşünceleri, bakış açısıdır ve onların yarattığı acı duygu. Bilirsin hani, bu bir araba, ev değil ki bir daha çok çalışıp kazanırım, yenisini alırım diyerek kendini teselli edesin. Bilirsin imkânı yok, dönüşü yok, giden gelmiyor ki... Ama bunun yanında bilmediğimiz başka pek çok şey var. Herşeyden önce ölüm bir yokoluş değil bir dönüşüm. Çünkü evrende herşey bir enerji ve enerjiler yok olmuyor; sadece format değiştirerek dönüşüyor. Ve biz sadece belirli frekansta titreşen enerjileri görebiliyoruz. O zaman giden de frekans değiştirdi. Kayıp olan bizim insan algısında, zahirde olan algılamamızın kaybolması.
Ölümün arkasından herkes kendi inançlarına göre yorumlar yapar. Cennete gitti, melek oldu, yok oldu vs. Bu yorumlar iyi gelir insana ama anlık, sonra yine bu dünyadaki onun yokluğuna dalıp bir daha, bir daha üzülür insan. Ve aslında bu çok da normal, bastırmadan belli bir süre yaşamak gerek acıyı. Sonuçta insanız, eğer duygularımız varsa bunnlar yaşanmak için. Sadece duygularımızın esirir olmamaya, duygularımızın hayatımızı şekillendirmemesine dikkat etmeliyiz. Biz aklımızdan, duygularımızdan, yaşanmışlıklarımızdan, bildiklerimizden çok daha fazlasıyız.
Aslında belki de bilemediğimiz için bu kadar acır içimiz. Ne kadar inancımız olursa olsun bir haber alamak, ne olduğunu bilememek acıtır bizi, zihnimizi çeler çünkü. Peki kaybettiğiniz yakınınızdan şöyle bir mektup alsaydınız ya da bir an kulağınıza şıunları fısıldasaydı:
“Sizleri görebiliyor ve duyabiliyorum. Sizleri çok seviyorum. Artık özlem bitti, özüme kavuştum. Zaten aradığım, beklediğim buydu. Şimdi burada, anda, huzur içindeyim. Herkesin bir eve dönüş zamanı vardır, kimse ondan önce eve dönemez, dönmemeli de. Benim vaktim gelmişti ve çok şükür özüme kavuştum. Benim adıma sevinebilirsiniz, beni sevgiyle anabilirsiniz çünkü ben sizlere sevgiyle bakıyorum. Her an yaşadığımız tatlı anıları hatırlayıp tekrar benimle yaşayabilirsiniz. Hatta yenilerini bile hayal edebilirsiniz. Ama yeter ki sevgiyle anın, gülümseyin, benim varlığımı kalbinizle hissedebilirsiniz. Ben sizlerin güzel gülen yüzlerinizi görmek istiyorum. Bende beğendiğin her ne varsa şimdi sen onları yap, bak ben nasıl da sen oluyorum o zaman içinde. :) Benim için yapmak istediğin her ne varsa onları kendin için yap, bak ben nasıl da sen oluyorum o zaman :) Sizleri görüyor ve duyuyorum. Acı çeken hallerinizi değil sevgi dolu kalplerinizi, gülen yüzünüzü görmek istiyorum. Bunu benim için yapar mısınız? Şimdi bana bak ve gülümse, işte böyle :) Bana ne zaman istersen ulaşabilirsin, çünkü ben sizin gönlünüzdeyim yeryüzü melekleri :) Sizlere vasiyetimdir, kendinize iyi bakın ve bildiğiniz en iyi, en sevgi dolu insan siz olun :) Sizleri çok seviyorum, Allah'a emanet olun.”
İşte böyle bir mektup alsaydınız ona nasıl bir cevap yazardınız? Ya da kulağınıza bu cümleleri fısıldasaydı ona nasıl cümlelerle cevap verirdiniz? Unutmayın ki eğer onu gerçekten seviyorsanız size söylediklerini uygulamanız gerekir :)
Sevgi ve sağlıkla ilerleyin...
Arzu Bıyıklıoğlu
NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu