Değerli okuyucularım, kim barış istemez? Kim terörün son bulmasını arzu etmez?
Şehit analarının kalbindeki kanlı gözyaşlarını durdurmadan... PKK, o analardan bir küçük özür dahi dilemeden... Özürden vazgeçtik hiç olmazsa dağdan inenler, onca sivilin, bebeğin ve gencecik askerimizin katledilmesinden pişmanlık bile duymadan... Böylesine bir nefretin kanları üzerinde nasıl barış olacak?
Dağa çıkıp on binlerce kişinin kanının dökülmesini haklı gösterecek bir neden var mıydı ortada? PKK’nın ve yandaşlarının dile getirdiği şikâyetlere bakınız.
- “Çocuklarımıza kendi dilimizde isim koymamızı yasakladınız.”
Kısa bir ihtilal yönetimi döneminde oldu. Bugün düzeltilmiş durumda. Hepimize aynı yasak vardı, Çerkez, Laz, Boşnak, Arnavut, Gürcü hepimize. İhracat şirketlerimiz yabancı isimde marka koyamıyorlardı o dönemde. Öyle bir dönemdi o. Muhasebesi tüm Türkiye ile ilgili olarak yapılacak bir dönem. Ama gene de o isimleri koyduk: Baranlar, Rojinler, Sitareler, Berfinler, Azadlar, Deranlar, Dilanlar nedir?
- “Kültürümüzü yok edip bizi asimile etmeye çalıştınız. Dilimizi yok etmeye çalıştınız.”
Daha önce yazdım bir daha yazıyorum: Musa Anter, anılarında Kürtlerin her istediklerini
DEĞERLİ okuyucularım, öyle bir Türkiye düşünün ki tüm komşuları, müttefikleri ve bölge ülkeleri ile arasındaki bütün sorunları çözmüş.
Örneğin:
- Suriye, haritalarında Hatay’ı Suriye’nin bir parçası olarak göstermekten vazgeçmiş; topraklarımızda hak iddia etmiyor;
- İran ülkemizi Edirne’ye kadar vurabilecek füzeleri üretmekten vazgeçmiş; atom bombası çalışmalarını durdurmuş; ülkemizdeki Hizbullah gibi dinsel örgütleri desteklemekten vazgeçmiş;
- Irak ülkesindeki PKK teröristlerini yakalayıp Türkiye’ye teslim etmiş; Kerkük’teki Türklerin her türlü haklarını güvence altına almış; yıllarca ödemediği Türkiye’nin Musul petrollerindeki payını ödemiş;
- Ermenistan Türkiye’nin sınırlarını tanımış; Türk topraklarında hak iddia etmiyor; Ermenilerin birinci dünya harbinde düşman orduları ile işbirliği yaparak, hatta onların üniformalarını giymiş askerler olarak, Türk topraklarına saldırdığını kabul etmiş; Ermeni Taşnak ve Hınçak partilerinin kuruluşlarında bir iç harp çıkarma hedefi güttüklerini, kurdukları çetelerle Türk köylerine hücum edip sivil halkı katlettiklerini ve Osmanlı’ların bütün bu kanlı isyanlardan sonra ordularının savaşta bu çeteler tarafından taciz edilmesini
DEĞERLİ okuyucularım, o yıllarda CHP İzmir İl Başkanı olan Alaattin Yüksel, 28 Mart 2004 seçimlerine hazırlık olmak üzere partili ve partisiz gönüllülerden çeşitli konularda komisyonlar oluşturmuştu. Ben de “kent ekonomisi” komisyonu başkanı idim. Çalışmalar esnasında, bir kültür projesi olmasına karşın, İzmir ekonomisi üzerinde “marş motoru” rolü olacağını da düşündüğüm için bir müze projesini de ortaya atmıştım. Bu fikrime yaşamımın bir bölümünü geçirdiğim ABD’deki, Saint Louis Gateway Arch adlı “Amerikan Tarihi Müzesi ve Anıtı” ile o yıllarda açılan Bilbao Guggenheim Müzesi’nin kentlerinin gelişmesi için yarattıkları büyük sinerji etkili olmuştu.
Konu zaman içinde üyesi olduğum İzmir Enstitüsü gibi değerli kurum ve kişilerin gönüllü çabaları ile Büyükşehir Belediyesi, İl Genel Meclisi ve Valilik tarafından benimsendi. Geçtiğimiz pazar sabahı Aziz Kocaoğlu’nun daveti ile toplanan İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Kurulu’nda, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da konunun bakanlığı tarafından da benimsenmiş olduğunu net bir biçimde açıkladı.
Eğer bu müzeden ülkemiz ve kentimiz için ciddi ve etkili sonuçlar almak istiyorsak, onu doğru bir vizyona oturtmamız gerekir.
DEĞERLİ okurlarım, biz nedense dünyadaki sosyo-politik ve ekonomik değişimleri hep tersten okuyoruz. Bu, benim kuşağımın gençlik yılları olan 1970’li yıllarda öyleydi; 2000’in ilk 10 yılını bitirmeye yaklaştığımız yıllarda da öyle!
Türkiye, 70’li yıllarını ciddi sağ-sol çatışmaları ile günde onlarca gencini kaybederek geçirdi. O yılların mücadelesi, hızlanarak sol lehine gelişiyordu. Bu gelişme, Türkiye’nin Batı ittifakından kopmasına doğru ilerliyordu. Türkiye’de sol, özellikle de yasa dışı sol, Rusya tarafından ciddi biçimde destekleniyor, silahlandırılıyordu.
Gene o yıllarda OPEC’in kurulması, enerji fiyatlarının süratle yükselmesi Türkiye’yi “70 sente muhtaç” kaldığı bir döviz darboğazına sürüklemişti. Ülkede temel ihtiyaç maddeleri bulunamıyor, enerji açığı nedeni ile elektrikler kesiliyor, benzin istasyonlarının önünde araç kuyrukları uzuyor, hayat gerçekten çekilmez bir hale dönüşüyordu. O yıllarda yakın tanıdığım genç bir Amerikalı diplomat dışişleri bakanlıklarında katıldığı seminerde uygulanan bir testteki şu soruyu söylemişti:
“NATO üyesi olup önümüzdeki 10 yıl içinde Doğu Bloku’na geçebilecek ülke hangisidir?”
Doğru cevabın “Türkiye” olmasının içimi burktuğunu
OTORİTELER “Kriz sona yaklaşıyor,” derken neden böyle bir soru sormak gereği duydum?
İşin aslında ben de önlemler durdurulmazsa, krizin stabilize olup ekonominin yavaş bir tempo ile de olsa düzelmeye başlayacağına inanıyorum. İnanıyorum ama aslında bu düzelme döneminde daha çok acılar da çekileceğini düşünüyorum.
1- Krizin başladığı aylar gerek devlet yöneticilerinin gerekse şirket yöneticilerinin krizin kendilerini de etkileyeceğini kabullenmek istemedikleri aylardır. Yöneticilerin krizden etkilenmeyecek kadar güçlü olduklarına inandıkları aylardır. Tasarruf önlemlerine henüz gerek görmezler. Bu aylarda kârlar aşağı doğru seyretmeye başlar ama şirketler ciddi zararlarla karşılaşmamışlardır. Ulusal ekonomide de Milli Gelir Büyüme hızında yavaşlama görülür, ama henüz ekonomik küçülme yoktur. Krizin teğet geçtiğine inanırız!
2- Krizin derinleştiği aylar, milli gelirde küçülmenin başladığı, şirketlerde de zararların başladığı aylardır. Bu dönemde şirket yöneticileri krizin kendilerini tahminlerinden fazla etkilediğinin farkındadırlar, ama gayretleri müşterilerinin, tedarikçilerin ve en önemlisi bankalarının bu durumu fark etmemelerini sağlamaya yöneliktir. Şirketin yedek fonları,
Geçen yazımda Başbakan Erdoğan’ın, AKP kongresinde Türkiye için gerçekten engin bir hoşgörü vizyonunu resmettiğini yazmıştım. Ayrıca... Bu resmin tüm Türkiye’nin özlemlerini yansıtmakta olduğunu... Bu nedenle iyi niyetli aydınlarımızdan bir bölümünün çizilen bu resmin gerçekleşmiş olduğuna inanmak, bizi de inandırmak istediklerine değinmiştim. Halbuki laik/seküler düzenin Hıristiyan dünyasında dahi mezhepler arasında uzun ve çok kanlı iktidar savaşları ve büyük halk kırımları sonunda çaresizlikten kabul edildiğini de vurgulamıştım.
Bugün ise Avrupa’da laikliğe/sekülarizme yol açan bu kanlı olaylara değinmek istiyorum. Hemen şunu söylemek isterim ki laiklik ve sekülarizm, arasındaki ince nüans tartışmalarına girmeden her ikisini de dinin elini devlet yönetiminden çektiği yönetim sistemi anlamında kullanıyorum.
Avrupa’da dinin, yani kilisenin, devlete hakim olma durumundan elini çekmesi çok zorlu ve kanlı bir biçimde 1618 - 1648 yılları arasında cereyan eden “30 Yıl Savaşları” sonunda gerçekleşebilmiştir.
Sorunun başlangıcı 1500’lü yılların ortalarında Katolik Kilisesi’nin inancını, devlet eliyle Martin Luther’in öğretilerine inanan Luteranlar’a dayatmasıdır. Sonuçta
DEĞERLİ okurlarım, geçtiğimiz günlerde iki olay dikkatimi çekti. Bunlardan biri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP kongresindeki Türkiye’nin fikir ve inanç mozaiği üzerindeki sözleri; ikincisi ise genç bir düşünür ve sanat insanı olan Nilgün Y. Gürel’in İTO’nun yayınladığı Vizyon adlı dergide yeralan “Ne mutlu Türkiye’nin kıymetini bilene” adlı yazısı..
Başbakan Erdoğan, konuşmasında Türkiye’nin ‘fikir, sanat ve inanç mozaiği’ ile ilgili gıpta edilecek bir tolerans yelpazesi sıraladı. Sıraladığı, tarihimizin ve günümüzün vazgeçilmez isimleri arasında Nazım Hikmet’ten Ahmedi Hani’ye, Tatyos Efendi’den Sabahat Akkiraz’a, Said-i Nursi’den Hacı Bektaş -ı Veli’ye uzanan isimler vardı. Erdoğan bu konudaki en çarpıcı cümlelerinden birinde şöyle diyordu, “’Hoşçakalın İki Gözüm’ diyen Ahmet Kaya’ya vefa göstermeyen Türkiye’nin şarkıları eksik kalır. Seversiniz sevmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz, etmezsiniz. Ama Ahmedi Hani’siz, Bitlisli Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır.”
Bir de Nilgün Gürel’in, İzmir Ticaret Odası’nın Vizyon adlı dergisindeki sözlerine bakalım. Nilgün Hanım, ülkemizde dini farklılıklara hoşgörüsüzlüğü ve korkuyu eleştiriyor. Örnek olarak
DEĞERLİ okuyucularım, ülkemizdeki en büyük reform, milletçe ezberi bırakıp akıl ve muhakeme ile barışmamız olacaktır.
Uzunca bir süredir zaman zaman alevlenen bir tartışma var. Türkçe alfabeye Q, W ve X harfleri ilave edilsin mi? Konu, son “Kürt Açılımı” ile adeta bir ulusal gurur meselesi haline getirildi. DTP yandaşları ve onların tezlerine sempati duyan bazı köşe yazarlarımız illa da alfabeye bu üç harfin ilavesini istiyorlar. Aksini savunanlar ise kesinlikle alfabemizde bu üç yabancı harfe gerek yoktur diye diretiyorlar. Bu diretmeyi de adeta bir vatanseverlik görevi, ülkemizi böldürtmemek için yapılmış bir mücadele olarak görüyorlar.
Nedense kimsenin aklına işin mantığı gelmiyor. Bir kişi çıkıp da, “Kardeşim alfabe dildeki seslerin yazı ile ifadesidir. Harfler ya da harf kümeleri dilin seslerini temsil eder. Türkçe dilinde Q ve W harfleri ile ifade edilecek ses yoktur X harfinin sesi de K ve S harflerinin yan yana kullanılması ile ifade edilmektedir. Öyleyse Türkçe alfabeye, illa da Q, W, ve X harflerini de ilave edeceksiniz,” diye dayatmanın hiçbir mantığı olabilir mi? Bunları ilave etmek ile diğer milletlerin alfabelerinde kendi dil seslerini yansıtan ?, ?, ö, å, ™