10.09.2008 - 17:04 | Son Güncellenme:
Bir süredir çalışmalarınızı izliyoruz. Ancak gerek açıklamalar, gerekse muhatapların ciddi bir temel sorunu olduğu aşikar. İşçi sınıfı açılımı olması gereken sol, sosyalist ve komünist hareketlerin bugün lider komplekslerle açılım yapmaya çalıştığını ve bu da sosyal demokratların bir başarısı olarak yorumlandığı aşikar. Aşağıda bu durumu özetleyen bir yazımı iletiyorum...
“Türkiye’nin devrimci dinamiğine ne oldu? Mustafa Suphiler, Nazımlar, Doktorlar, denizler… Bunlar neden yok oldu? İşçi sınıfı mı yetersiz gelişti, yoksa teori mi tökezledi…”
Bir gerçeği, başka gerçekle değiştirirken oldu her şey.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda hilafet, kapital güçle yer değiştirdi. İktidar anlayışındaki bu dönüşüm, elbette ki kendi kaynağından beslenmeliydi. Ancak henüz erken dönemini yaşayan Batı hegemonyası tutarlı ve bilindik bir davranış biçimi göstermemişti. (ikinci dünya savaşı ve atom bombaları gibi) Emperyal güç merkezleri İngilizler ve İtalyanlar gibi besledikleri daha uzak ve kapital bir güç olan ABD tercih edilmemişti bu yüzden.
İngiltere’nin kralcı tutumu yeni sönülmenmiş padişah anlayışını destekleyebilirdi. Aksi ihtimali zaten bu güçten ticari yollar üzerinden gelir elde eden Yunanistan ve birkaç Balkan gücüyle savaşmak olurdu ki bu savaş da yapılmıştı. Ancak hemen yakınındaki çara karşı ayaklanan sivil muhalif hareket ekonomik dönüşümünü sınıfsal temeller üzerinden yapsa da bir başka kapital güç olarak sivriliyordu.
Atatürk ve kurmaylarının yaptığı şey, yeni bir devlet oluştururken güçlenmesi gereken kamusal ve ticari kalkınmaydı. Sovyet Rusya ile yapılan antlaşmalar, geleneksel sol sosyalist ve komünist çevrelerin kaynaklarınca birer ışık olarak görüldü. Aslında yanlış bir yöntem de değildi. Zira Sovyet Rusya kendi ideoloji doğrultusuna çekebileceğini düşündüğü bu yeni sisteme bu yeni sisteme yardım ederken, diğer yandan propaganda ağını kuruyordu.
Mustafa Suphiler geleneğinin çıkışı böyle başlar. Ve buna dur demek Karadeniz’de sonuçlanır. Aslında o mu bu mu diye tartışırken kendi kanaatimi söyleyeyim.
Suphiler bir suikast sonucu öldürülmedi. Gemide tayfalara propaganda yaparken meselenin dine dayandığı noktada çıkan bir husumetle başladığını düşünürüm hep.
Türkiye işçi sınıfı, sınıfsallığı belirginleşmemiş toplum sürecine, aynı zamanda milli histerik duygularla girdi. Sosyalizm perdesini genişletirken, sınıfsallığı değil, hangi aracın devrim sürecini başlatacağını tartıştı. Ve bu da çok normaldi şüphesiz. Çünkü proleter bilinci gelişmemiş bir sınıfla ya da idari sistemi oturmuş ve bir önceki –kapital- devrime liderlik eden kadrolarla mı gidileceği muallaktı. Demokratik devrim, askeri yapıların bürokratik sosyalizme sıcak bakabileceğini, sosyalist devrimciler ise işçi sınıfının üretim araçlarına egemen olmasıyla belirleneceğini savundu. Yaşanan bu ayrım tamamıyla güç odağının tercihine bağlıydı. Bu bile tek başına Marksı az okumuşluğumuzu kanıtlardı.
Şablonculuk diye bir dönem üzerine gittiğim lider dinamikli sosyalist hareketler. Kendisini ilk AP sürecinden sonra gösterdi. Köy enstitülerinden mezun olan çocukların yetiştirdiği insan modeli, çağdaş, yurt sever ve bilimsel açılımlarla ilgiliydi. 68 öğrenci hareketleri dediğimiz. Üniversitelerin fikir kulüplerinde başlayan tartışmalar süreci. Politik olmayan –sınıfın- öğrencilerle politikleştirilip sosyalist bir güç olunacağına inanıldı. Öğrenci hareketleri ise küçük burjuva eğilimlerini, Dolma bahçede Amerikalı askerleri kovalayıp biraz heyecan yaşamak isterken birkaç Lenin kitabı birkaç doktor makalesiyle ele silah alıp dağa taşıdı. İşçi sınıfı hareketi kendi çocuklarına üzülen bir harekete dönüştürüldü. İdamlar, gözaltılar, sıkıyönetimler, sokağa çıkma yasakları. Korkuyu büyüttü ve korku ihaneti.
Sovyetlerin perdesini Nazilere attığı tokatla daha da genişleteceğine emin olan Amerika daha doğusundaki bir noktayla husumetini artırıp –sakinollan- imajı verirken. Teorik olarak hazırladığı yeşil kuşakla saman altından su yürütüyordu. Türkiye dönemsel olarak yaşadığı ekonomik boşluklar nedeniyle kapital sistemlerden yardım talep ediyordu. Bunu Sovyetlerden yapmak ise kendi karma ekonomisini tehdit edebilecek bir güç dengesizliği yaşatıyordu. Şiddet eğilimli kampüslerde, yeşil kuşak projesi uygulandığı anda ikili bir sistem iflas etmiş oldu.
Doğu Akdeniz güvenliğini tehdit etmemesi için Sovyetlerin, o güne kadar karşı olduğu milliyetçi ve komünist akımları beslemeye başladı. Amerika. Ancak bu teorinin kendisiyle çelişiyordu –yeşil kuşak- İslami bir dalganın komünistlere karşı beslenmesiyle oluşabilirdi. Bu bize seksen sürecindeki sol sosyalist komünist hareketlerin neden bir milyon gazete satarken bir gece de bertaraf olduğunu kanıtlıyor. Sınıf kimsesiz kalmıştır.
Dönüp düşündüğümde…
Türkiye işçi sınıfının tesadüfi olmayan direnişlerini görüyorum. İzmir’de, Ankara ‘da da İstanbul ve haziran da… Sınıf bir dinamik olduğunu kanıtlamıştı ancak sınıfı yönetmek isteyen –güç dengeleri- başarısız olmuştu. Türkiye işçi sınıfı onurlu bir özeleştiri vermelidir. Türkiye’nin sol, sosyalist ve komünist bütün yapıları ise bir kere olsun şunu anlamalı. Marksist devrim perspektifi yönetmeye dayanmaz yönetsel eğilimi devirmeye dayanır. Türkiye işçi sınıfı iyi bir marksistir!