06.08.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Sonra da bana mektubu verdi. Mektubu aldıktan sonra Yeşim’e teşekkür edip onunla biraz sohbet ettim. Arif Efendi, mirasını geliniyle torununa bırakmış.
Arif Efendi’nin şu anda geliniyle torununun oturmakta olduğu küçük bahçeli iki katlı evinin dışında, kirada bir evi, küçük bir arsası ve bankada birikmiş biraz parası olduğunu söyledi gelini. Yeşim’e hemen bir iş teklifinde bulundum. Pazarda satmak üzere mandalinadan yaptığım ürünleri ona da öğretecek birlikte pazarda satacaktık. Düşünmeden kabul etti. Hem ona bir iş olurdu, hem de yalnızlıktan kurtulurdu. Yeşim’in Ula’da oturan anne babası da hayatta değildi. Bir erkek kardeşi de evlenmiş ve kendi hayatını yaşıyordu. Kız kardeşini ne arıyor ne de soruyordu. Kısaca hayatta pek kimsesi yoktu. Muhtemelen Arif Efendi mektubunda bu konuya da değinmişti. Onlara sahip çıkmamı istemiş olabilirdi. Cenazeden sonra Ömer Bey kahyası Kasım aracılığıyla ona gelip bahçesinde çalışmasını teklif etmiş ama başka planları olduğu gerekçesiyle geri çevirmiş. Kısaca onların yanında çalışmak istemiyormuş. Çünkü kayınpederinden onlar hakkında pek iyi şeyler duymamış.
Yeşim’e ısınmıştım. Hem sempatik, hem çalışkan, hem güzel, hem de iyi bir kadın izlenimi uyandırdı ben de… Onunla iş konusunda anlaşıp evden ayrıldım. Sonra heyecan içinde mektubu okumak üzere evime geldim. Mektubu okuduğumda şok oldum. Sanki başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu. Bunu nasıl yaparlardı? İki masum insanı öldürüp ellerine ne geçecekti ki? Demek ki babamı ve kardeşimi öldürüp intihar süsü vermişlerdi. Demek ki sandala bulaştırıp öldü süsü vermek için kardeşimin kanını bile akıtmaktan çekinmemişlerdi.
Bu mektubu polise mi vermeliyim acaba? Ama ölmüş birisinin yazdığı mektuba kim inanır ki?
Bu durumda Arif Efendi’ye ve hatta belki oğluna da Ömer Bey’in adamları zarar vermiş olabilirdi. Bu mektup her şeyin itirafıydı aslında. Ne yapacaktım? Bir türlü karar veremiyorum.
Onu öldürmesinin nedeni de Arif Efendi’nin söz dinlemeyip benimle iletişime geçmeye çalışmasıydı. Çünkü bana birşeyler anlatacakken Ömer Bey’in adamlarını görmüş ve evimden kaçarcasına uzaklaşmıştı. Korkusu kendisinden çok torununa ve gelinine bir şey yapılmasındandı.
Sonra Ömer Akbaş’ın evine gittim. Önce adamları beni içeri almak istemedi. Sonra onlardan kurtulup bahçesinde oturan Ömer Akbaş’ın yanına gittim. Adamlar üzerime çullanacakken eliyle onları durdurdu. Ben de bundan istifade, “Babamı, kardeşimi öldürdüğün yetmiyormuş gibi zavallı Arif Efendi’yi neden öldürdün?” diye bağırarak sordum. Artık sabrım kalmamıştı, her şeyi göze almıştım. Kimseyi öldürmediğini, benim tıpkı babam gibi aklımı kaçırmış olabileceğimi söyledi. Ben ise bağırıp çağırıyor, aklıma gelen her şeyi söylüyordum. Arif Efendi’nin mektubunda bana her şeyi itiraf ettiğini anlatınca, suratı kireç gibi oldu. Hepsinin yalan, deli saçması zırvalar olduğunu, hangi cüretle evine gelip hakaretler yağdırdığımı söyledi. O da bağırıyordu artık. Başıyla adamlarına işaret verince hemen gelip beni kollarımdan tuttular. Beni de bir yerlere ya dövmek ya da öldürmek için götürmek istedikleri sırada birden bir ses duydum. Sese döndüğümde gördüğüm manzara karşısında şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Ağzımdan…
***
1 Aralık Pazartesi
İzmir’den Londra’ya giden Türk Hava Yolları’na ait uçağa bindiğimde hava oldukça bulutluydu ve hafiften yağmur atıştırıyordu. Uçak yolculuklarında en sevmediğim hava bu havaydı. Uçak saat sekiz gibi sarsıla sarsıla yükseldiğinde kolçakları sıkı sıkıya kavramıştım. Alçılı omuzum da biraz ağrımıştı. Uçak bulutların üzerine çıkarak doğrulduğunda ve mavi gökte süzülmeye başlayınca rahatlamıştım. “Kemerleri çıkarabilirsiniz” ışığı yanınca da derin bir oh çekip arkama yaslanmıştım.
Uçuş, yaklaşık 2572 kilometrelik yol nedeniyle üç saat kırk dakika sürmüştü. Londra Heathrow Havalimanı’na indiğimizde saatim 11.45’i gösteriyordu. Ama üç saatlik farktan dolayı Londra’da saat 08.45’ti. Ve müthiş bir yağmur yağıyordu.
Havalimanında beni İngiltere’nin Türkiye Büyükelçiliği’nde görevli Caner Taran adında genç bir diplomat karşılamıştı. Bana hem şehir hem de dil konusunda rehberlik edecekti.
Taksiyle Londra’nın en işlek caddelerinden biri olan Oxford Caddesi’ne geldiğimizde yağmur dinmişti. Londra’nın o çok ünlü iki katlı kırmızı otobüslerini seyrede seyrede şık bir binanın önüne gelmiş, asansörle üçüncü kata çıkmıştık. Oxford Biomedical Engineering tabelasının olduğu kapının zilini çalmıştık. Bizi kapıda güleryüzlü genç bir kadın karşılamış, hoş bir İngilizceyle, “Hoşgeldiniz, buyurun!” diyerek bizi içeriye davet etmişti.
Bu arada Londra’ya gelmeden önce basına bilgi vermiş, cinayetlerin zanlısının yakalandığını bildirmiş, Sedat Girit’in ismini vermiştik. Sonuçta Aylin Akbaş yemi yutmuş, ağabeyinin suçlanmasına dayanamamış ve şahsıma bir mektup göndermişti.
Buraya Aylin Akbaş’tan aldığımız mektup üzerine gelmiştim. Bu bir itiraf mektubuydu. Aylin yani Yasemin, bana hitap ettiği mektubunda şunları yazmıştı:
“Sayın Komiser Hayrettin Ayvaz,
Benim adım Aylin Akbaş ama gerçek adım Yasemin Girit. Size bu mektubu Londra’dan yazıyorum. Hemen belirtmeliyim ki, gözaltına alıp tutukladığınız ağabeyim Sedat Girit, tamamen suçsuzdur.
Eğer iyi inceleyip, araştırıp ve kendisiyle de görüştüyseniz, onun suçlu olmadığını, cinayetlerden hiçbir haberi olmadığını mutlaka anlamışsınızdır. Sizler gibi zeki, deneyimli ve başarılı dedektiflerin bunu gayet iyi anlayacağından hiçbir kuşku duymuyorum.
Siz zaten yaptığınız soruşturmada mutlaka birçok gerçeğe ulaşmışsınızdır. Ağabeyim Sedat’tan öz babamı üvey babamın öldürdüğünü, ama intihar süsü verdiğini öğrendim. Ağabeyim ayrıca, babamın beni cinnet geçirip öldürdüğü izlenimini vermek için Ömer Akbaş ve adamlarının kanımı sandala bulaştırıp elbiselerimi de denize attıklarını anlattı.
Ağabeyimin eve gelip üvey babamı suçlaması üzerine peşine adamlarını takıp öldürmek istediğine ise tanık olmuştum. Arif Efendi’nin mektubu ve ağabeyimin anlattıklarını daha sonra birtakım kaynaklardan teyit ettirdim ve tüm gerçeği öğrenmiş oldum.
Bu hayatta beni gerçekten çok seven, bana sahip çıkan ve koruyan üvey annem Nevin Akbaş’ı da üvey babam Ömer Akbaş’ın öldürdüğünü ve bunun nedenini de araştırmam sonucunda anlamıştım. Üvey annem Nevin, aslında bana bazı şeyleri üstü kapalı olarak söylemeye de çalışmıştı.
Neyse, ağabeyimin evine onu korumak için gittiğimde camdan onun bir deftere bir şeyler yazdığını gördüm. Üvey babamın adamlarından birisi de evin önüne gelmiş gözcülük yapıyordu. Birazdan diğerleri gelip onu öldüreceklerdi. Onu hemen evden çıkması için uyardım. Sonra onu aracımla Güllük’te bana ait olan evime götürdüm ve orada saklanmasını sağladım. O evi bana gizlice Nevin annem almıştı. Üvey babamın bu evden haberi yoktu.
Sonra Sedat bana o evde her şeyi tüm ayrıntılarıyla anlattı. İkimizin kardeş olduğuna ikna oldum. Kardeşlik testi de yaptırarak bunu teyit ettik. Ben bir ara Sedat ağabeyimin evine gidip aileme ait belgeleri ve fotoğrafları da buldum. Artık onların benim ailem olduğu su götürmez bir şekilde kesinleşmiş oldu.
Ağabeyim bir mandalina tutkunuydu. Naif bir kişiliğe sahipti. Ben bu yapılanları kimsenin yanına bırakmamaya kararlıydım. Bütün bu olaylardan ve anlatılanlardan sonra adalete olan inancımı da kaybetmiştim. Bir sporcuydum, iyi bıçak kullanıyor, iyi ok atıyor, iyi yüzüyor, iyi koşuyordum. Pentatlon dalında derecelerim vardı. Yakın dövüş dersleri bile almıştım. Her türlü silahı iyi kullanmayı da öğrenmiştim. O nedenle bütün bu cinayet planlarını hazırladım. Öldüreceğim kişilerin hepsini tek tek takip edip, en ince ayrıntılarına kadar her şeylerini öğrendim. David Snyder’i de araştırmıştım. Üvey babamın bazı belgelerini karıştırarak kim olduğunu tespit etmiştim. Artık geriye bu adi insanlardan intikam almak kalmıştı. Üvey babamı sona sakladım. Onu ve yardımcısı Kasım’ı aynı babama yaptıkları gibi şakaklarından vurdum. Karşımda yaprak gibi titremelerini görmekten büyük haz duydum. Öldürmeden önce bana her şeyi itiraf etmelerini de sağladım. Özellikle Kasım her şeyi söyledi. Benim kanımı akıtıp sandala nasıl bulaştırdıklarını, elbiselerimi çıkarıp nasıl delil olarak deniz kıyısına bıraktıklarını, babamı ise günlerce suda tuttuktan balıklara parçalattıktan sonra çıkarıp onu da nasıl deniz kıyısına bıraktıklarını, yani deniz tarafından kıyıya vurmuş görüntüsü yarattıklarını, o Kasım denilen canavar bir bir anlattı.
Babamın, ağabeyimin, üvey annemin ve daha birçok masum insanın hayatını mahveden bütün o insanlardan intikam almaya yemin etmiştim ve bu yeminimi gerçekleştirdim. Mandalina bahçelerini yok ederek doğayı tahrip eden, betonlaştıran, insanları gözlerini kırpmadan öldüren, kirli paralarıyla servetlerine servet katan o acımasızlara, onların anlayacağı dilden cevap verdim. Kısasa kısas ilkesini uyguladım. Bu cinayetleri işlerken kamuoyunun dikkatini çekmek için de yeşil mandalina mizansenini yarattım…
Sonuç olarak, bütün bu cinayetlerin planlayıcısı benim ve dolayısıyla aradığınız katil de benim. Sedat ağabeyimin bu cinayetlerden hiçbir haberi yoktur. O tamamen masumdur. Benim yanımda olması, evimde saklanması, üvey babamın onu da öldürecek olmasındandır. Onu korumak istediğim içindir. Eğer onun benim yaptıklarımdan ya da yapacaklarımdan haberi olsaydı, o nazik, o naif insan beni ne yapar eder durdururdu. Bunu bilmenizi isterim.
Şimdi sizden ricam, beni teslim almaya sizin gelmeniz olacaktır. Zaten siz buraya beni almaya geldiğinizde bu mektupta anlattıklarımdan farklı bir şey anlatmayacağım. Sadece söz etmediğim birkaç şey var; belki onları anlatırım.
Sizi 1 Aralık Pazartesi günü Londra’daki ofisimde bekliyor olacağım. Ama tek ricam, dediğim gibi yalnız gelmeniz. Ayrıca ofisten beni bir suçlu gibi almazsanız, mutlu olurum. Ofisten iki arkadaş gibi çıkmak isterim. Umarım bu son ricamı geri çevirip beni kırmazsınız. Bu arada teknede ensenize vurduğum ve sizi biraz hırpaladığım, zarar verdiğim için de özür dilerim. Lütfen beni affedin. Amacım asla size zarar vermek değildi. Beni anlayacağınızı umarım.
Hayrettin Bey, sonra birlikte uçakla yurda döner beni yetkililere teslim edersiniz. Suçumu ve her şeyi savcılıkta, mahkemede itiraf etmeye hazırım. Ağabeyim Sedat Girit’in serbest bırakılması ve o çok sevdiği mandalinalarına ve bahçesine kavuşması da hayattaki en büyük dileğimdir.
Görüşmek üzere
(İşyeri ve e-posta adreslerimi zarfın üzerinde bulabilirsiniz)
Yasemin Girit”
***
O mektubu aldıktan sonra amir hariç kimseye bir şey söylememiştim. İngiltere’ye geldiğimi hala kimse bilmiyordu. Söylemememin nedeni, bazı işgüzarların çıkıp işi bozabilecek olma ihtimaliydi. Bu işi kendim tek başıma halletmeliydim. Amir bana sadece parasal konularda ve Türkiye Büyükelçiliği’nden yardım almam konusunda destek vermişti. Amir her şeye rağmen, onu ne kadar eleştirirsem eleştireyim, yine de inandığı elemanlarına güvenen biriydi. Bu konuda da bana güvenmiş ve Londra’ya gitmem konusunda hiçbir zorluk çıkarmamıştı.
“Ben Aylin Hanım’la görüşmek istiyorum,” dedim. Genç kadın bana eliyle birkaç metre ilerideki bir odayı gösterdi. ‘Kendisi odada, buyurun,” dedi yine tatlı bir gülümsemeyle. Genç diplomata beni beklemesini, yalnız gitmem gerektiğini söyledim. O da anlayışla, “Tabii nasıl isterseniz, burada sizi bekliyor olacağım,” dedi kibarca.
Oda aslında, ortada büyük oval masa ve etrafında koltukların bulunduğu bir toplantı odasıydı. Aylin Akbaş veya Yasemin Girit, sırtı kapıya dönük oturuyordu. Önündeki kitabı okuyordu. Üzerinde bol bir triko kazak vardı.
Yıllardır kayıp olan, her yerde arayıp bulamadığım, sırra kadem basan, evlenme teklifi ettiğim sevdiğim kadın, önümde uzun saçlarını omuzuna düşürmüş duruyordu. Havada nefis bir mandalina kokusu vardı. Kokunun nereden geldiğini anlamak zor değildi.
“Merhaba Jale!”
ARKASI YARIN...