Dünya gündemi öyle hızlı ve çalkantılı ki, insanın bazen sadece susmak ve biraz olsun kopmak istediği bir dönemdeyiz. Bu bir lüks değil, bir ihtiyaç.
Bu hafta dünya siyaseti oldukça hareketliydi. Bir yanda Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın İsrail Başbakanı Netanyahu’yu Budapeşte’de ağırlaması, diğer yanda ABD Başkanı Donald Trump’ın ticaret savaşını yeniden alevlendiren çıkışları, Avrupa’da sert tartışmalara yol açtı.
Orban’ın Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden çekilme kararı ve Netanyahu ile verdiği pozlar, Avrupa Birliği (AB) içinde ciddi tepkiler doğurdu. Almanya’da Der Spiegel yazarı Maximilian Popp, Orban’a açıkça “AB’de yeri kalmadı” dedi. Hollanda’dan De Volkskrant ise Macaristan’ı “Avrupa üzerindeki bir leke” olarak tanımladı.
Bu sırada ABD Başkanı Trump’ın gümrük tarifelerini yükseltme kararı da transatlantik ilişkilerde yeni bir kırılma yarattı. AB yine hazırlıksız yakalanmış görünüyor. Oysa birçok uzmana göre AB, bu tür krizleri yönetebilecek güçte. Yeter ki cesaret gösterilebilsin.
Avrupa için fırsat
Der Spiegel’den Ursula Weidenfeld’e göre, Trump’ın korumacı politikası Avrupa için bir fırsata bile dönüşebilir. Küresel ticaretin yeniden şekillenmesi, Avrupa’nın kendi kapasitesini artırması anlamına gelebilir.
Ancak Washington’dan gelen haberler yalnızca ekonomiyle sınırlı değil. Brüksel’deki NATO Dışişleri Bakanları toplantısına ABD adına katılan ‘kaktüsü’ burnunda Marco Rubio, Avrupa’ya “NATO’dan çekilmiyoruz” mesajı verdi. Ama aynı saatlerde, ABD Senatosu’nda Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı’nın Avrupalı bir isme devredilmesi bile gündeme geldi. Görevdeki Orgeneral Christopher Cavoli, bu öneriye karşı çıkarak, Avrupa’da konuşlu ABD nükleer varlığının kontrolünün Avrupalılara devredilemeyeceğini hatırlattı. Trump’ın ikinci döneminde ABD’nin askeri önceliklerinin de yeniden şekillenmekte olduğu görülüyor.
Tüm bu gelişmeler olurken, ABD’den bilim insanlarının kaçışı da dikkat çekiyor. İngiltere’de, bu akademisyenler için sığınma hakkı verilmesi tartışılıyor. Almanya’da Die Welt, Yale’den ayrılıp Kanada’ya yerleşeceği konuşulan tarihçi Timothy Snyder üzerinden, “Gerçek direnişçi kaçmaz” diyerek bu sürece eleştirel yaklaştı.
Avrupa’da da benzer bir gerilim havası var. Hollanda’da aşırı sağcı PVV partisinin İltica ve Göç Bakanı Marjolein Faber, sığınmacılara yardım eden gönüllülere Kraliyet Nişanı verilmesini boykot ederek yeni bir polemiğin fitilini ateşledi. Fransa’da aşırı sağ yabancı düşmanı Marine Le Pen’in hakkındaki yargı kararı da cabası.
Tüm bu olup bitenlerin ortasında insanın kafasını dinlemeye, gündemden kopmaya ve biraz olsun susmaya hakkı olmalı. Tıpkı çalışanların mesai saatleri dışında işverenleri tarafından rahatsız edilmemesini garanti altına alan yasalar gibi, bireylerin de bilgi ve tartışma bombardımanından uzaklaşma hakkı bulunmalı.
Bu noktada “susma hakkı” devreye giriyor. ABD Anayasası’nın 5. değişiklik maddesiyle zanlılara tanınan bu hak, aslında sadece hukuki değil, toplumsal bir ihtiyaç. Her gün düşünmeye, yorum yapmaya, bir tavır almaya zorlanmak, bireyi yorar. Kimi zaman susmak, bir duruş biçimidir. Ne ilgisizliktir, ne de sorumsuzluk. Sadece kendini koruma, zihni dinlendirme ihtiyacıdır.
Kopmak ve susmak... Günümüzün en fazla ihtiyaç duyulan iki hakkı gibi geliyor. Sanki zamanın ruhunu yansıtıyor.