Kulis
Bavulum hazırdı, sabah New York'a gidecektim. Televizyonun karşısına oturmuş düşünüyordum. Nihayet ben de Barnes ve Nobles'in rafları arasında huşu içinde dolaşan Türk gazetecileri arasına girecektim (oralara daha önceleri de gitmiştim ama o zaman bunları yazacak yerim yoktu). Guggenheim'daki yeni sergisini gezerken zevkten nasıl ürperdiğimi Central Park'ta çeşninin ve özgürlüğün tadını çıkardığımı falan yazabilecektim ki, kaderin cilvesine bakın elim Birikim'in ocak sayısına gitti ve bir yolculuk öncesi hiç okunmaması gereken bir yazıyı okumaya başladım: Rıfat N. Bali'nin "Yeni Aristokratlar: Köşe Yazarları" başlıklı yazısını... Bali, Özal ile esmeye başlayan rüzgarlardan pek hoş ve hafif köşe yazarlarından, bunların yurtdışı gezilerini tefrika halinde okura aktarmasından, bunlardan da birinci sırayı New York'un almasından falan bahsediyor (yazı şiddetle tavsiye edilir); "New York'un sayfiyesi addedilen Long Island kumsallarında, pantolonlarımızı dizimize kadar kıvırıp okyanus dalgalarının kırıldığı yerde, yalınayak suyun içinde yürürken yaptığımız Türkiye sohbetleri hayatımızın en güzel anları arasında yerini aldı bile..." gibi bir alıntı ile de keyfimin tümden kaçmasına yol açıyordu. Bir kere okumuştum, okumamış gibi yapıp sosyolojik gözlemlerimi birbiri ardına dizemezdim artık, bana kuru kuru haberimi yazmak kalıyordu. Zaten ilk durak Washington'du ve burada da sadece haber vardı. Çünkü Amerika geçtiğimiz haftadan başlayarak bir yıl süreyle önemli müzelerinde Osmanlı'yı yaşayacak.
Washington'daki Corcoran Müzesi'nde açılan Osmanlı Sergisi için daha önce Versaille'a taşınan eserlerin bir kısmı ABD'ye taşındı. Toplam 241 eserin yer aldığı sergide ağırlık 167 eserle Topkapı Sarayı'nda. Bu amaçla IV. Murat'ın tahtı, Topkapı hançeri, mühürler, kılıçlar, kaftanlar, yazma eserler, Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nden gelen on halı ve eşsiz ahşap eserler. Sergide bir de özel koleksiyon yer aldı: Engin ve Nuri Akın'ın kaftan, yağlık ve çok ilgi çeken Padişah'ın berber önlüğü.
Corcoran'da bu sergi açılırken, Textile Museum'da da Türk işlemelerini konu alan "Flowers on silk and gold" sergisi açıldı. Şimdiye kadar sergilere çok da konu edilmeyen Türk işlemelerinin artık sanat çevrelerinde büyük ilgi görmesi müze yetkililerini bu sergiyi yapmaya sevk etmiş. Nitekim Corcoran'daki el işlemeleri de çok ilgi çekti. Engin Akın, işlemeciliğimizi sanat düzeyine taşımakta geç bile kaldığımızı 16. yüzyılda fark ettiğini anlattı. Lady Montegeau da anılarında "yağlıklar ellerimizi uzatamayacağımız kadar şıktı" diye yazmış.
Şimdi gelelim bir yıl boyunca Amerikalılarla birlikte yaşayacak olan serginin kulisine:
- Taht, hançer, Osmanlı padişahlarına ait yüzlerce objenin uçağa bindirilerek taa Amerika'ya gönderilmeleri tabii başlı başına bir risk. Eserler sigortalı ama parasal karşılıkları olmadığı için bu çok da bir anlam ifade etmiyor. Ancak nakliyatı üstlenen Berger şirketi eserleri öyle sarıp sarmalamış ki uçak düşse bile eşyalar parçalanmayacakmış.
- Serginin kuratörü Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Dr. Tülay Artan, tasarımları ise Barbara Charles ve Robert Stapless. İki Amerikalı halıların Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndeki gibi teşhir edilebilmesi için 15 gün boyunca Corcoran'da Türk ve İslam Eserleri Müzesi Müdürü Nazan Ölçer ile birlikte çalışmışlar.
- Ölçer ve Topkapı Müzesi Müdürü Filiz Çağman, eserleri yerleştirdikten sonra döndüler, açılışta orada değillerdi.
- Beyaz Saray'ın 200 metre ötesinde yer alan Corcoran, Washington DC'nin en canlı merkezlerinden biri. Nitekim soğuk bir pazar günü bile hareketli idi (bizim sergi henüz açılmamıştı) ve önünde uzayıp giden kuyruklar Annie Leibovitz sergisi içindi. Leibovitz'in kitlesi benim açımdan çok sevgili bir grubu temsil ediyordu (modası kalmadığı için Türkiye'de küçük bir azınlık düzeyinde temsil edilir oldu) yani entelektüel sol feministleri. Uzun etekler, Kenya çantalar, duvarda Susan Sontag'ın manifestosu pek hoştu.
- Burada acı bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Corcoran'da, Leibovitz'in fotoğrafları yukarıda birbirine açılan üç deri salonda sergilenirken, Osmanlı sergisi aşağıda birkaç küçük salon ile birkaç koridora sıkıştırılmıştı. Çünkü bu tür müzelerin programı beş yıllık saptanıyormuş ve bizim sergiye bir buçuk yıl önce karar verilmiş.
- Serginin açılış sabahı Kültür Bakanı İstemihan Talay bir basın toplantısı düzenledi. Türk basın mensuplarını bir yana koyarsak Amerikalıların yaş ortalaması 70'ti. Çoğu sanat tarihi meraklısı olan bu kitlenin zaman zaman içi geçti.
- Basın toplantısında da, sergi açılışında da Türk dostu Amerikalılar ağırlıktaydı. Bir kısmı diplomatik, bir kısmı öğretim amacıyla Türkiye'de bulunmuş bu insanlar çat pat Türkçeleri ile çok sevimlilerdi. İçlerinde bir de Amerikan güzeli vardı: Victoria Barret. Victoria, tarihi yerlerimizle ilgili bir belgesel çekmiş. Belgesel bu ay Discovery kanalında gösterilmeye başlanacakmış.
- Açılışın bir diğer dikkat çeken çifti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin ile CNN'in Dış Haberler Şefi, İran asıllı muhabir Christine Amanpour idi. İran'dan yeni dönen Amanpour'un karnı burnunda ve herhalde kız doğuracak ki, tipi fena halde bozulmuş. Amanpour bir ara Bakan Talay'ın yanına giderek, "çok etkilendim, bunları evime götürmek isterdim" dedi. Bakan, nüktedan bir İngilizce ile "götürebilirsiniz ama kalbinizde" diye yanıtladı.
- Güç birliğinin nefis bir örneğini temsil eden Amanpour ve Rubin'e gecenin ilerleyen saatlerinde Cities'de rastladım. Cities, Washington'un en gözde mekanlarından biri. Tüm gözde yeni mekanlar gibi Japon minimalizmine gönderme yapılarak dekore edilmiş. Sahibi Sair Erozan genç bir işadamı. Türklerle arası iyi olan Amerikan siyasetçileri ile bayağı sıkı fıkıymış. Bir gece önce Hillary Clinton orada kalabalık bir davet vermiş.
- Topkapı hançeri diğer eserlerden ayrı olarak Bakan İstemihan Talay'ın kucağında geldi.
- Serginin sponsorlarından biri Skorsky idi. Güneydoğu'daki savaş ile aklıma kazınan Skorsky'yi bir sanat olayı ile karşımda bulmak içimi burktu. Serginin uzun destekleyiciler listesindeki bir başka isim de Türk basınının milyonlarca dolara sattığı bilgisayar firması ile dikkatini çeken Kenan Şahin'di. Davetin sonunda da Vakko kravat ve eşarpları dağıtıldı.
- Türk devletinin yer aldığı neredeyse hemen her yurtdışı etkinliğinin vazgeçilmez parçası haline gelen Kürt eylemciler de müzenin önündeki yerini almıştı. Ancak bunlar şimdiye değin gördüğüm en folklorik eylemcilerdi. Başlarında iri yarı sarışın bir Amerikalı, yanında davetin akşam olmasından dolayı simli bir şalvar giymiş zarif eşi, kucaklarında birkaç aylık bebekleri vardı. Sekiz kişilik grup mum yaktı, "Kürtleri öldürmeyin" diye birkaç saat bağırdılar ve gittiler.
- Bakan Talay Washington'dayken, 1997'de Türkiye'den kaçırılan 133 eseri geri getirecek imzaları atıldı. Eserlerin Türkiye'ye iade edilmesinde aktif rol oynayan John's Hopkins Üniversitesi'nin, Rahmi Koç'un John's Hopkinsli olmasını göz önünde bulundurduğu söylentisi yayıldı.
- Corcoran, Beyaz Saray'ın sağındaydı. Solunda da eğer gelseydi Demirel'i ağırlayacak görkemli Villard Intercontinant yer alıyordu. Meğer lobi kavramı bu otelin lobisinde yapılan toplantılar yüzünden üretilmiş.
- Washington DC pek turistik olmadığı için, tek turistik malzemesi skandallar. Nijeryalı ve Beşiktaşlı taksi şoförü Fehmi bize iki yer gösterdi, Monica Levinsky'nin oturduğu yeri ve Watergate'i.
New York - New York
Amerika bir yanıyla "gelişmeyi" diğer yanıyla değişmemeyi temsil ediyor. Onar yıl arayla gittiğim bu ülkede değerler çoğunluk için hep aynı, çoluk çocuk fıstık yiyip ailece "Küçük Ev"i izlemeye devam ediyorlar. Çocukluğumdan beri Amerikalılardan aynı sözcükleri duyuyorum: Nefis, olağanüstü büyük.
- Birikimim gözümün önünden gitmiyor ama New York'tan iki satır bahsetmeden geçemeyeceğim. Paul Auster'in romanlarının tümüne ve "Amerikan Sapığı"na bayıldım. Ama New York'a şöyle bir göz atınca bu şehrin şimdiye değin ne edebi ne de sinemasal düzeyde henüz anlatılamadığına karar verdim. Kış ortasında sandalet giymek, yarı çıplak koşmak, piyanosunu sokağa taşımak falan anlatmıyor bu şehir. burada nedense birbirine benzeyen iki kişiyi bulmak olanaksız. Herkes kendi resmini yapmış gibi. GAP'ın girişinde duran ve binlerce kişiye "How do you do?" diye gülücükler gönderen, tek başına el çırpıp dans eden kısa saçlı, sivilceli yüzlü, paçaları kalın kıvrılmış kotlu genç gay Amerikan rüyasının yeni versiyonu gibi.
- Burada iki satır ile New York'un renklerini, Soho'nun simsiyahlığını (burada siyah giymek parola gibi. Soho Brand Oteli'nde neredeyse siyah giyinmeyene kapı açılmıyor. Otelin tüm çalışanları ve müşterileri simsiyah dolaşıyor) anlatmaya yeltenmeyeceğim. Sadece saçımı yıkayan berberi anlatmakla yetineceğim. Kendisi siyah, saçları kırmızı, tırnakları inanılmaz uzun ve
altın sarısıydı. Ayak bilekleri ve kolları
gümüş bileziklerle doluydu. İnanılmaz yumuşaktı ama gay miydi, transseksüel miydi bilmiyorum ama ben daha hiçbir filmde böyle dramatik bir figür görmedim.
- Plaza Oteli'nin aşırı süslü
yemek salonunda ise öğle yemeği mum ışığında yeniyordu. Ağır dekorasyona Chanel ve Donra Kara giyimli kadınlar eşlik ediyordu, onlara da Pakistanlı garsonlar hizmet veriyordu. Birden bir darbuka sesi yükseldi, Faslı bir grup sahne aldı ve Berberi şarkıları söylemeye, bir dansöz de göbek atmaya başladı. Ne yemeğini yiyenler onlarla ilgilendi, ne de onlar yemek yiyenlerle. Bir başka köşede sıla hasretini gidermeye gelmiş zengin bir Faslı bezelyeli pilavını yemeğe devam eti. Onlar çalmaya, Kıro Donald Tramp'ın görkemli Plaza'sında mum ışığında bir öğle yemeğinde Faslılar göbek atmaya devam ediyorlardı. O sırada Daniel D. Lewis'in ev sahibesi 65. caddedeki evinde 82 yaşında çözümü zor bir Manhattan cinayetine kurban gidiyordu.
Kerem Görsev Bilkent ile çaldı
Pazartesi akşamı İstanbul'da dikkati çeken üç etkinlik vadı: ÇASOD'un ödül töreni, Sürü'nün galası ve Tepe Mimarlık Kültür Merkezi'nin projelerini tanıtma vesilesiyle Bilkent Senfoni Orkestrası ve Kerem Görsev ilk kez ortak bir konser vereceklerdi. Ben canlı bir şey izlemek için Lütfü Kırdar'ı seçtim (aklım şehrin ileri gelen sosyalistlerinin katıldığı "Sürü"de kalarak). Ve çok mutlu oldum.
Önce Tepe Grubu'nun 30. yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde yeni projeleri tanıtıldı. Sonra Tepe Grubu adına Ali Kantur, mimarlıkta bilim ve sanatın iç içe olduğunu vurguladı. İş Bankası Genel Müdürlük binası ve konsorsiyomunun diğer üyeleriyle birlikte İstanbul Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali gibi projeleri başarıyla tamamladıklarını anlattı. Sonra ödül töreni yapıldı.
Ama beni en çok konser etkiledi. Şef Erol Erdinç yönetimindeki Bilkent Senfoni, Rossini, Mozart, Çaykovski, Beethoven ile muhteşemdi. Kerem Görsev de "A morning in New York, November in St. Petersburg" ile niye yalan söyleyeyim gözlerimi yaşarttı (ya da benim ağlayacağım vardı).