20.06.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Turgutreis’e giderken Zühre, “Avni Fişekçi’nin katil olma ihtimali var mı sizce?” diye sordu.
“Hayır. Onun katil olma ihtimali üzerine gitmiyoruz. Eski bir arkadaş ve arası da iyi değilmiş Orhan Aksoy’la. Böyleleri, araları iyi olmayan insanları daha iyi tanımak, onların açıklarını bulmak için büyük çaba sarf ederler. Belki bir şeyler öğreniriz, bilmediğimiz bazı şeyleri anlatabilir diye gidiyoruz. Yoksa katil olduğunu düşünmüyorum.”
“Anladım komiserim,”
Sitede sessizlik hüküm sürüyordu. Paşa telefonda “Önce Avni’ye uğrayın, bana uğradığınızı görürse benim sizi yönlendirdiğimi düşünür,” dediği için dört numaralı evde oturan Avni Fişekçi’nin zilini çaldık. Kendimizi tanıttık. Bizi içeri davet edip etmeme konusunda önce tereddüt etti; sonra da “Buyurun, pardon.” dedi. Kısa boylu, tıknaz, kısa kıvırcık saçlı, hafif göbekli, suratsız birine benziyordu. Giysileri üzerindeki kazaktan ayağındaki çoraba kadar simsiyahtı.
***
“Siz cenazeye mi gelmiştiniz?” dedim içeri girerken. “Geldim ama yetişemedim. Paşa mı haber verdi size benim burada olduğumu?” diye sordu.
“Önemli mi bu sizce?”
Bir süre ne diyeceğini bilemedi. “Neyse buyurun komiserim sizi dinliyorum,” dedi. Evin içi sade ama gerekli olan eşyalarla döşenmişti. Ahşap ağırlıklıydı.
“Siz Orhan Aksoy’un yanında daha önce çalışmışsınız. Ama son zamanlarda aranız biraz açıkmış…”
“Evet aynen öyleydi. Orhan emir vermeyi sevdiği için anlaşamadık. Beni hala elemanı gibi görüyordu. Burada da öyle davranmaya kalktı, o nedenle sorun yaşadık.”
“Ama aynı zamanda çocukluk arkadaşıymışsınız.”
“Doğrudur.”
“Yani iyi tanıyorsunuz Orhan Aksoy’u?”
“Tanırım.”
“Peki bu cinayeti kimin işlemiş olabileceği konusunda bir fikriniz var mı? Yakın arkadaş olduğunuz için belki sizden bilgi alabiliriz diye düşündük. Evet, paşa söyledi ama sizin belki bilgi verebileceğinizi de belirtti. Yani bize yardımcı olmak adına, yanlış anlaşılmasın.”
“Anlıyorum. Orhan ve iki arkadaşı daha cinayete kurban gitmiş. Sadece Orhan olsaydı, ne bileyim birçok insan onu öldürmek istemiş olabilir diyebilirdim. Burada ben dahil, kapıcı, paşa, çalışma arkadaşları, siteden gitmek zorunda bıraktığı kişiler, belki arazilerini ucuza kapattığı insanlar. Çünkü Orhan iyi tarafları olduğu kadar acımasız tarafları da olan biriydi. Bir kere herkese tepeden bakan, kibirli biriydi. Ayrıca çok bencil bir adamdı. Yani herhangi birisi, ona birden bire öfkelenip öldürebilirdi.”
“Nasıl yani?”
“Çünkü insanı anında deli edebilecek kadar küstahlaşabilirdi Orhan. Evet, kibar biriydi ama aynı zamanda da bencil ve kibirliydi dediğim gibi, kendini üstün görürdü.”
“Peki, bu diğer iki kişiyi de tanıyor musunuz?”
“Biraz tanıyorum ama çok değil. Orhan’ın çok eskiden arkadaşlarıydı. Bodrum’a geldiklerinde genç girişimcilerdi bunlar. Burada bir araya gelmişler. Sanıyorum askerliklerini birlikte yapmış bu üçü. Şevki, Metin ve Orhan askerlikte tanışmışlar. Biri kişi daha vardı sanırım. Tesadüfler onları Bodrum’da bir araya getirmiş. Ben çocukluk arkadaşıydım. Yirmili yaşların sonları ile otuzlu yaşlarını çok iyi bilmiyorum. Kopmuştuk birbirimizden. O zamanlar, o da sanırım bu adamlarla samimiyeti ilerletmiş diye biliyorum.”
“Mandalinalarla ilgili bir sorun var mıydı? Katil ‘Mandalinaları Unutmadım’ diye not bırakmış, bu size bir şey anımsatıyor mu?”
“Hiçbir fikrim yok. Bildiğim, bu kişilerin hepsi mandalina bahçelerini satın alıp siteler yaptılar. Muhtemelen o arazi sahiplerinden birinin bir sorunu olmuş olabilir. Ama kimdir, nedir bilmiyorum.”
“Peki sinek ası size bir şey anımsatıyor mu?”
“Sinek ası mı?”
“Evet.”
“Hayır, bir şey anımsatmadı.”
“Mezarlarına bırakılmış, Orhan Aksoy’un mezarına sinek ası, Şevki Kartal’ın maça, Metin’in cesedinin yanını da karo ası…”
“Bir dakika!” diyerek düşüncelere daldı Avni Fişekçi. “Sonra da, “Evet ya şimdi anımsadım. Tamam, tamam şöyle bir hikaye anlatmıştı bir gün Orhan, kafayı çekince. Yıllar önceydi bu.”
Heyecanlanmıştım birden. Zühre de dikkat kesilmişti.
“Nasıl bir hikaye?”
“Bunlar aslında dört kişiymiş. Bu üçünün yanında bir kişi daha varmış ama onun kim olduğunu anımsayamadım. Zaten tanımıyorum. Orhan bir kere söylemişti ama unutmuşum. Neyse bunlar kare as oluşturmuşlar.”
“Neden kare as?”
“Orhan hikayesini anlatmıştı. Eski tarihlerde Fransa’da dört sınıf varmış ve iskambil kağıtlarındaki kupa, maça, karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyormuş.”
***
“Öyle mi? Bilmiyordum.”
“Evet, ben de bilmiyordum. Zaten kağıt oyunlarıyla aram iyi değildir. Orhan’dan öğrenmiştim. Kupa bir kalkanı andıran şekli ile asil sınıfı, toprak sahiplerini ve kiliseyi; maça bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekli ile orduyu yani asker sınıfını; karo ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtgen kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı; sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekli ile köylüyü temsil ediyormuş. Bugün briç, poker ve benzeri oyunlarda, kupanın en değerli, sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni işte bu sınıflamaymış.”
“Yani anlatımınız giderek ilginçleşiyor.” dedi Zühre. Yardımcım pek konuşmaz sözü her zaman bana bırakır, sadece dikkatle izlerdi. Demek ki Avni Bey’in anlattıkları ilgisini çekmişti.
“İşte buradan esinlenen bu dört arkadaş, Bodrum’da bir araya geldiklerinde kendilerine kare as ismini vermişler. Orhan köylü kökenlidir. Ve bununla övünür. Yani Manisa’nın köylerindendir. Biz onunla İzmir’de tanıştık. Aynı mahallede büyüdük aynı okula gittik. O nedenle sinek ası Orhan olmuş. Şevki Kartal ise asker kökenlidir, ordudan ayrılmıştır. Sonra mimarlık okudu. O da maçadır. Asker kökenli olmasından dolayı sanırım. Metin ise babadan deniz ticaretiyle uğraştığı için karo olmuştur. Adını anımsamadığım kişi ise kupa.”
ARKASI YARIN...