19.03.2023 - 07:00 | Son Güncellenme:
Prof. Dr. Osman Eravşar - Sel baskınları insanlığın geçmişi kadar eski olan bir doğa olayıdır. Göbeklitepe ve Karahan tepe gibi çevresindeki Neolitik dönem yerleşmeleri, Şanlıurfa’nın tarihi geçmişinin günümüzde görünen kanıtlarıdır. Urfa’nın bulunduğu bölge, coğrafi olarak yüksekliği fazla olmayan, engebeli inişli-çıkışlı “Tektek” dağları üzerine oturur. Böyle bir topografya üzerine kurulu Edessa (Urfa) kenti tarihi olarak birçok sel baskınından etkilenecektir. Kentin merkezinde bulunan kale ve çevresindeki arkeolojik bulgular eski sel baskınları konusunda bilgi verir. Urfa iç kalesi kentin en yüksek yeri olan bölgede, yani sütunların bulunduğu alanda, yönetim (saray =ing.court) ve kutsal tapınım amaçlı olarak kullanılıyordu. Sonrasında ise bu bölümün çevresinde bazı değişimlere gidilerek, kentin asıl kullanım alanı haline gelmeye başladı. Ancak bu durum kentin topografyası ve coğrafyası dikkate alınarak yapılmadı.
KENTİN KURULUŞ EFSANESİ
Kentin, kalenin eteklerinde vadide gelişmesinin nedeni Hıristiyan kaynaklarında MS. 1. yüzyılda yaşandığı bilinen bir olay ve bu olayın sonrasında kentin kutsiyetinin artmasıyla ilintilidir. Kentin yöneticisi olan Kral V. Abgar, paganisttir. Efsaneye göre, V. Abgar cüzzam hastalığına yakalanınca Hz. İsa’ya bir mektup yazar. Mucizeleri olan kutsiyetini duyduğunu, eğer kendisini bu hastalıktan kurtarırsa, halkı ile Hıristiyan olacağını belirtir. Hz. İsa yüzünü bir mendile sürerek (Mandylion Efsanesi), mektupla birlikte Kral Abgar’a gönderir. Bu mektup bugün kayıp, kimisine göre Haçlılar, kimisine göre ise Bizans İmparatoru tarafından alınarak önce İstanbul’a, sonrasında ise Roma’ya götürülmüştü. Mendil de aynı akıbete uğramakla birlikte Roma’da bir kilise de sergilenen “mendilin” Urfa’dan getirildiği ifade edilmektedir. Peki bunun kentin gelişimi ile ne ilgisi var? Mektup kayıp ama içinde yazılanların ne olduğu biliniyor. Çünkü mektubun içeriği Eusebios tarafından aktarılmış ve Süryanice olarak kalenin eteklerindeki bir mağara mezarın içine yazılmıştı. Yazıtın bulunduğu mağara sonraki süreçte yıkılmıştı. Ancak 19. yy. sonunda mağara bulunarak yazıtın mulajı alınarak okunmuş ve yayınlanmış. Yazıtın bulunduğu yerin günümüzde Halil’ül Rahman gölü civarında olduğu, burada İslam öncesi dönemde kiliseler ve şapeller yapıldığı tahmin ediliyor.
Mektubun yazıldığı mağaranın olduğu bölge, kutsiyetinden olsa gerek, yerleşime elverişli olmamasına rağmen terk edilmeyerek gelişir. Kentin geliştiği vadi aslında bir sel yatağıdır. Halepli Bahçe ve çevresi Roma ve Sasani döneminde imara açılır. Ancak kısa bir süre sonra yaşanan seller sonucunda buradaki yapılar yıkılır ve çamur altında kalır. Yıkılan binalar arasında kentteki ünlü bir kilisenin olduğu da kayıtlarda geçer. Kent sürekli olarak bu sel felaketini yaşar. Kent yer değiştiremiyorsa, sele neden olan kentin çevresindeki dere ve su yataklarının değiştirilmesi fikri ortaya çıkar. İşte bu çalışmayı ilk defa I.Justinianus gerçekleştirir. Prokopios’un verdiği bilgiye göre, Sasani saldırıları sebebiyle kentin çevresine sur duvarı yapılacaktır. Bu esnada da sur duvarının bir bölümünü Karakoyun (Daisan) deresi yatağının önünden geçerek, Samsad Kapısı yakınlarında sur-bent inşa edilir. Bent, kuzeyden başlayarak doğuda surların önünden geçiyor ve doğuda Karakoyun deresinin yatağıyla birleşerek kenti etkilemeden terk ediyordu. Şiddetli yağışın olduğu dönemlerde taşan suyun bir bölümü sed yardımıyla batıdaki surların önündeki hendekten aşağıya doğru akıtılarak güneydoğudaki su kapıları aracılığıyla şehri terk ediyordu. İşte bu sur ve bent kenti hem düşman saldırılarından hem de sel baskınlarından bir nebze de olsa koruyacaktır.
ORTA ÇAĞ’DA SU BASKINLARI
I.Justinianus’un bendine rağmen kentin maruz kaldığı su baskınları Orta Çağ boyunca devam eder. Bazen su baskınına, surlar da neden olacaktır. Süryani Mihail’e göre kentte 667 Kasım’ında “gecenin tam ortasında büyük bir su baskını meydana geldi. Sular Edessa surlarını tahrip etti ve yıktı. Şehir suyla doldu binlerce insan boğuldu”. Emevî hakimiyeti altındayken can kaybına yol açmayan Mart 740 yılında bir sel daha oldu. Mihael dehşet anını şöyle tasvir eder: “Sular Edessa’nın surlarının dışında toplandı ve bu surları yıktı, büyük bir hızla şehrin içine girdi ve şehir suyla doldu. Evler ve avlular yıkıldı, sokaklar ve derenin kenarında bulunan değirmenleri su bastı. Eski Kilise ve onun avluları (suyla) doldu. Halk acele edip doğudaki (su) kapılarını açmamış olsaydı bir anda bütün şehir sular altında kalacaktı.”
Yine Abbasi hakimiyeti altındayken, 834 yılında şehir sakinleri uykudayken ani bir sel baskını daha yaşanır. Sel suları kuzeydeki şehir suruna (bende) baskı yaparak yıkar ve şehrin içine girer. Bugünkü selde olduğu gibi sel suları güneydoğu surunu yıkarak kentten çıkacaktır. Ama bu suru yıkmadan önce güneydoğu suru bir baraj gibi suyu şehrin içinde biriktirir ve yaklaşık 3000 kişi boğularak ölür. Bu son felaketten sonra kentin su bendleri bir daha onarılmaz. Üstelik kentin dış surları, Haçlı döneminden sonra bakımsızlık sebebiyle yıkılmaya başlar. Artuklu ve Osmanlı dönemlerinde de sel baskınlarının yaşandığını arşiv belgeleri söylüyor. Benzer bir su baskını Cumhuriyet döneminde de meydana gelir. Bunların en şiddetlileri 6 Aralık 1938 ve 12 Şubat 1941 tarihlerinde olanlardı. Ama son yaşadığımız 14-15 Mart tarihli olanı belki de kentin gördüğü en kötü seldi.
ARTIK DERS ALMAMIZ GEREK
Tarihi süreç içinde anlaşılan o ki bendin işlevsiz kalması üzerine şehir, su baskını ve sel felaketlerine maruz kalmıştı. Çözüm ise kentin kuzey, doğu, batı taraflarına doğru gelişmesiydi. Çünkü buralar kot olarak biraz daha yüksekti. Ancak tarihi merkez, Halil’ül Rahman gölü ve camisi gibi yapılar, kent merkezinde, şehrin tarihsel aktivitesinin olduğu yerlerdedir. Bu sebeple, sellere rağmen taşınma tarihi dönemlerde olduğu gibi bugün de tam olarak gerçekleşmedi.
Peki sorunun çözümü nedir? Kentin yer değiştirmesi ya da kentin kurulduğu alanın çevresinde çok uzaklardan başlanılarak su tahliye sistemi yüzey suyunu aktaracak kanallar kurulması, dere yataklarına bina yapılmaması, dere yataklarının akışı engelleyecek şekilde kirletilmemesidir. Bunlar, 6 y.y.’dan bugüne kadar yapılmadı. Maalesef tarihi bilgiler de hep göz ardı edildi. Yaklaşık olarak iki ay kadar önce ziyaret ettiğim, Şanlıurfa Müzesi’ni müzecilik açısından pek başarılı bulmadığımı ve müzenin yapıldığı yerin dere yatağı olduğunu her yerde ifade etmiştim.
Özellikle tarihi bilmesi beklenilen bir kurum olan Şanlıurfa Müzesi’nin dere yatağı üzerine yapılması, hafızalı bir “risk yönetimi” yapılmadığını bize gösteriyor. Maalesef bu sel baskınları dünya durduğu sürece gelecekte de devam edecek. Bunlardan ders almamız, unutmamamız gerekir. Derslerden alacağımız bilgiye göre de kentlerimizi ve binalarımızı kurmamız, toplum olarak da “cahillik ve açgözlülüğü” terk etmememiz dileğiyle.
Eravşar kimdir?
Osman Eravşar, 1966 yılında Kayseri’de doğdu. 1989 yılında Selçuk Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümünden mezun oldu. 1996 yılında, SÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. 1998 yılında Y. Doçent unvanını, 2005 yılında Doçent unvanını aldı. 2011-2015 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Türk Dünyası ve Ortaçağ Kültürleri Arkeolojisi Ana Bilim Dalında Prof. Dr. unvanıyla Ana Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. 2016 yılından itibaren Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü Ortaçağ Arkeolojisi Ana Bilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.