29.01.2024 - 01:00 | Son Güncellenme:
YASEMİN ŞENER- Öncelikle halihazırda gösterimde olan “Cumhuriyet Kadınları Sahneye Çıkıyor!” sergisi hakkında konuşalım isterim. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı onuruna, küratörlüğünüzde hazırlanan bu sergi Goethe-Institut Ankara’da izleyiciyle buluşuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Ankara’nın başkent oluşunun 100. yıldönümünde, cumhuriyetin erken dönemlerinde bilim, sanat, siyaset alanlarında öne çıkmış, her iki ülkeden üçer kadını sahne ışıklarına getiren bu sergi fikri nasıl doğdu, olgunlaştı ve hayata geçti?
MÜGE CENGİZKAN- Almanya Federal Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği, bizden Cumhuriyetimizin 100. yılı için bir sergi düzenlememizi istedi. Kuşkusuz Alman kültürü ile iletişim içinde düşünülecek bu serginin konusu üzerinde fikir geliştirirken hem Almanya hem de Avusturya’nın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yaşadıkları eşzamanlı ortaklıkları bir kez daha hatırladık. Aslında Almanya ve Türkiye’den üçer kadınla başladık, ama konu evrilince, seçimimiz de iki Alman, bir Avusturyalı, üç Türk kadını olarak gerçekleşti.
ALİ CENGİZKAN- Osmanlı, Prusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıklarında, savaştaki ortaklık ve işbirlikleri biraz daha belirgin oluyor. Osmanlı’nın son döneminde Alman sermayesi, mühendisliği, teknolojisi rıhtımların, demiryollarının inşasından ordunun modernleştirilmesi ve kent yaşamının çağdaş gelişmelere uygunlaştırılmasına kadar her yerde. Dolayısıyla savaş sonrası bu kültürel birliktelik, bu kez başka işbirliklerine evriliyor, çünkü üç imparatorluk da, yerlerini cumhuriyet yönetimlerine bırakmışlar. Prusya yerine Weimar Cumhuriyeti, Avusturya İmparatorluğu yerine Kızıl Viyana ve Türkiye Cumhuriyeti, bu kez özgürlükçü havanın teneffüs edildiği yaratıcı ortamlara kavuşuyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri ve ardından gelmesi ile yaşanan ortamda, yine aynı kültürel altyapı, bu sefer Almanya ve Avusturya’dan Türkiye’ye entelektüel kişi ve grup göçlerinin yaşanmasını zorunlu kılıyor. Bugünden baktığımızda anlaşılan o ki, hem Türkiye, hem de Almanya ve Avusturya, karşılıklı olarak bu durumdan yararlanıyorlar. Dönemi bir kez böyle serimlediğimizde, burada pek çok akademik çalışmaya ve tartışmaya konu edilebilecek yönler ve zenginlikler olduğunu düşündük.
MC- Bu zenginlikleri, hatırlatıcı ve çağrışım yapma gücü fazla olan bir sergi ile ifade edebilirdik ancak. Serginin açılış günü Dr. Senem Timuroğlu’nun verdiği konferans da zihin açıcı oldu ve günü anlamlandırdı. Biliyorsunuz 5 Aralık 1934 tarihi de Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı Veren Yasanın çıkmış olması nedeniyle Dünya Kadın Hakları Günü olarak kutlanmakta. Sergimiz o nedenle 5 Aralık günü açıldı ve Dr. Timuroğlu, Türkiye’de kadın haklarının güncel durumu ve Osmanlı’dan beri kadın hakları için verilen mücadelenin gelişiminden bahseden bir konuşma yaptı.
YŞ- Sergi Cumhuriyet Türkiye’si, Weimar Almanya’sı, İkinci Dünya Savaşı öncesi Avusturya’sı arasında nasıl bir bağ kuruyor?
AC- Şimdi üç ülkede de imparatorlukların yıkılmış, cumhuriyetlerin kurulmuş ve özgürlükçü arayışların ortaya çıkmış olması şaşırtıcı değil. Çünkü zaten önceki baskıcı ve bireyleşmeyi önleyen, kulluk sistemini sürdürmek isteyen dönemlerde yeşermiş olan özgürlükçü arayışlar bunlar: Öncülleri var. Tıpkı harf devrimi öncüllerinin yüzyıllık geçmişi olduğu gibi, sanat arayışlarının, kulluktan yurttaşlığa geçişin, yeni insan, yeni birey ve yeni yurttaş yetiştirmenin anlamı üzerine de öncüller var her üç ülkede de. O dönemin Kızıl Viyana’sında edebiyatın, şiirin, bilimin, resim ve heykel sanatının, dolayısıyla bunların eğitim ve kültürlenme ve devlet katındaki temsil alanlarının büyük gelişme göstermesi boşuna değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş öncesi ve sırasındaki aydınlara, sanatçılara, bilim insanlarına kapılarını sonuna kadar açmasının bir öncülü de bizim o dönemde bu çapta büyük devlet adamlarına sahip olmamızla ilgili. Bir Mustafa Kemal Atatürk, bir İsmet İnönü, bir Hasan Ali Yücel olmasa, Alman, Avusturyalı, Fransız, Belçikalı, Macar sığınmacı ve sürgünlere kapı açmazdık.
YŞ- Bu Cumhuriyet kadınlarının hikayelerinde ne tür kesişimler ve ortaklıklar mevcut?
MC- Bu altı kadının yaşam öyküleri ve ilişki ağları, araştırmayı yaparken bizi de şaşırttı. Kimi ilintileri önceden biliyorduk kuşkusuz: Semiha Berksoy’un Nazım Hikmet’e aşık olduğunu, Nazım’ın onun oynaması için operet yazdığını; Halet Çambel’in Nazım’ın ‘öğrencisi’ Nail Çakırhan ile evli olduğunu; Mualla Eyuboğlu’nun ağabeylerinin Sabahattin ve Bedri Rahmi olduğunu ve kendisinin Hollanda Goethe-Institut kurucusu Robert Anhegger ile evliliğini… Ama örneğin Margarete Schütte Lihotzky ve eşi Wilhelm’in Halet-Nail ikilisini kendilerine vasi tayin ettikleri, edecek kadar yakın oldukları; Erna Eckstein Schlossmann’ın İhsan Doğramacı ile birlikte Hacettepe Çocuk Hastanesi’ni kurduğu; Erna’nın eşi Albert ile birlikte hastalık taraması amaçlı Anadolu’yu gezerken Halet’i ve Nail’i tanıdıkları; ve buna benzer bir dizi ayrıntılar araştırma sırasında ortaya çıkan ilişkiler. Sergi fikrini hayata geçirmek üzere malzeme toplarken, kadınların eşlerinin gölgesinde kaldıklarını fark ettiğimiz için, o gölgeleri de uzaklaştırmaya çalıştık. Örneğin Erna, aksi zannedilse de, eşi Albert’ten daha iyi bir fotoğrafçı; kağıt 10 Türk Lirası üzerindeki resme kaynak olan fotoğrafı kendisi renkli olarak çekmiş. Bunun gibi çok sayıda yaşam öyküsü detayı bu gölgeleri aydınlatıyor.
YŞ- Kişisel yolculuklarından en çok etkilendiğiniz, sizi şaşırtan isimler hangileri oldu? Onların hayatından özellikle alıntılamak istediğiniz detaylar, anekdotlar olabilir mi?
AC- Tümü galiba. Bir de kökenleri ve milliyetleri ne olursa olsun, tümünün de özgürlük düşkünü, açık fikirli ve deyim yerindeyse ‘solcu’ olmaları… Marianne Laqueur, kişi olarak yeni bir keşif; onun ölümünden iki yıl önce verdiği radyo röportajını filme dönüştürdük. Ailesiyle sığınmacı olarak geldiği Ankara’da 20 yılı aşkın yaşıyor, Nazi Almanya’sından kaçışı kolaylaştırıyor. Margarete Schütte-Lihotzky, dünyaca ünlü bir aktivist ve “Frankfurt Mutfağı”nın tasarımcısı; İstanbul’da iki yıldan az bir süre kalıyor. İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı’nda Türkiye’deki Köy Okulları için yaptığı mimari proje paftalarını bulup açığa çıkarmak gözümüzü yaşarttı ve yürek çarpıntısı yaşattı bize. Hep böyle hissetmek isteriz.
YŞ- Kasım 2019 – Ocak 2020 tarihleri arasında Ankara Cermodern’de açık olan “Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923- 1933” sergisinin küratörlüğünü ve aynı adlı kitabın editörlüğünü yaptınız. Bu proje nasıl başladı ve nasıl yol aldı? Bu sergi ve yayınındaki pozisyonlarınızı ayrı ayrı nasıl aktarırsınız?
AC- Bu proje, yaklaşık 17 yıllık bir birikime, malzeme-düşünce-ilişkiler bütünü ile ilgili birikime dayanıyordu. Aklımızdaki ve dağarcığımızdaki birikimi, sorular birikimini birlikte bir potaya döktük. Bu da, 1920-33 Ankara’sındaki mekânsal oluşum birikimini niye görmezden gelmişiz, sorusunu çıkardı ortaya. Bu soru, aynı zamanda tarih bilincine sahip bir araştırmacının sorusudur. Derslerde de incelemişizdir, ama modern mimarlık tarihi özeleştirisi yaparken de gündeme gelen bir konudur: Bir dönemi anlatırken, niye bazı yapıları, bazı oluşumları görmezden geliyoruz? Yeninin içinde eskinin de devam ettiğini niçin unutuyoruz ya da unutulmasını sağlayacak seçimler yapıyoruz? Kuşkusuz bu Foucault’nun ünlü ‘kırılmaları’, ‘kopuşları’, ‘döngüleri’… Niye yokmuş gibi davranıyoruz? Bugün Kızılay ve Bakanlıklar olarak bildiğimiz, 1923-1933 arası Ankara Yeni Şehir’in kuruluşundaki gariplikler ve hızlı yok oluş kısmen biliniyordu, ama bu denli belirleyici olduğu değil. Lörcher Planı diye iki planın varlığını da ben ortaya çıkarmıştım, 2002’de. Aslanoğlu historiyografisine bakarsanız örneğin, ya da başka tarihçilere, böyle bir Ankara yok. Bir dönem yaşanmış, geride on beş yirmi yapı bırakmış ve hatırlanmak istenmiyor. Bu durum kendi kendine merak uyandıran bir şey değil midir? Sonuçta şunları anladık, örneğin: Yeni başkent Ankara’nın karşılaştığı İstanbul’dan göç sonucunda yeni yapı tasarım ve yapım zorunluluğu anlaşılınca, Evkaf Nezareti’nin (Vakıflar Bakanlığı) Evkaf Mimarları, hatta baş mimar Kemalettin dahil olmak üzere bütün ekip, Ankara’ya getiriliyor. Bir başkentin gereksindiği başka yapılar dışında, bir dizi konut ve barınma birimi tasarımı yapıyorlar. Belediye konutları, kira apartmanları, küçük villalar, iki-üç otel, Ankara’da el altında bulundukları için özel müşterilere bina ve apartmanlar…
YŞ- Ankara’nın ‘yeni şehrini’, yani bugünün Kızılay ve Bakanlıklar semtini, günümüzden farklı olarak büyük oranda konutlar belirliyor o halde. Bu konutların biçimlenmesi nasıl, özellikleri nedir?
AC- Büyük çoğunluğu için akıllarındaki şema, hem içinden geldikleri yaşam hem de aldıkları eğitimle şekillenmiş olan haremlik-selamlık ayrımı olan kurgulara dayanıyor. Oysa Ankara’daki kadroların yaşantısı ve ayrıca sokaktaki anlayış öyle değil. Bu yeni ve çağdaş yaşam biçimi 1926 Medeni Kanunu ile kurumlaşınca, öte yandan konut gereksinimi artmaya devam ettiği için, evler, konut birimleri bölünmeye başlıyor. Konutlar daha üç-beş yaşında iken, zaten uyumsuz şemalara dayanan yepyeni konutlar bunlar, akılalmaz dönüşümlere uğruyor. Yani esas olarak, bu ilk yapılaşmanın ortadan kalkmasının nedeni kötü konutlar olması, ya da kötü inşa edilmeleri filan değil. Yaşam ve yaşantı içindeki küçük “devrimler” diyelim, çok hızlı gelişmelere yol açıyor. Plan kurgusu dışında, evlerin nasıl bir şehrin parçası olacakları, sokak üzerinde nasıl duracakları düşünülmemiş; plan var ama, kent bütününün nasıl oluşacağı düşünülmemiş. Mimarlık adına, mimari tasarım adına araştırmamızın bulduğu sonuç bu. Ama planlama kurumu da konuyla ilgilenmemiş. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mitat Aydın’a, Afet İnan’dan Falih Rıfkı Atay’a, Cemil Uybadin’den Mehmet Ali Bağana ve Abdülhalik Renda’ya kadar bu evlerin içinde yaşayanlar var. Kurucu kadronun ilk yurttaşları… Böyle baktığınızda çalışmanız ister istemez sosyal bilimler alanına da atlıyor, nasıl yaşadıklarını nasıl hatırlıyorlar, bunu nasıl ifade ediyorlar, mekânlarla ilişkileri ne, diye düşünmeye başlıyor ve elinizdeki kaynakları geliştirmeye, kullanımlarını genişletmeye çalışıyorsunuz.
YŞ- Kuşkusuz bu arayış ve tutumun tümünün yenilikçi olduğunu söylemek gerekir.
MC- “Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923-1933” Sergisi’nin bir araştırma projesine dayandığını baştan beri vurguluyoruz. Bu sergiyi proje haline getirmeseydik, araştırmayı da yapamayacaktık. Çünkü araştırma dediğimiz, şöyle bir şey: O dönem Yeni Şehir’de yapılan yapıların tümünün planları elimizde değil, erken dönem olduğu için bir şekilde günümüze ulaşamamışlar. Ancak kişisel arşivlerden eşleştirdiğimiz planlar var, ayaktaki iki-üç yapının da restorasyonda kullanılan rölöveleri var. Öte yandan özel koleksiyonerlerin ve Ali’nin koleksiyonunun çakışan fotoğrafları var. Yaklaşık 6000 adet dönem fotoğrafından 1300 küsurunun Yeni Şehir’e ait olduğunu bulgulayıp, yapıları parsel bazında kodlayarak tüm yapıların 3 boyutlu kütlelerini elde etmeye çalıştık; dolayısıyla bir veritabanı kuruldu. Örnekleyemediğimiz, bulamadığımız cepheleri boş bıraktık. Yani bir bakıma, hani tasarım masasında bir kalıptır, “plan yapıyı üretir” (plan is the generator) lafını tersyüz ederek, adeta “cepheler yapıyı üretir” (facade is the generator) dedik ve yapıların ne olduğunu bulduk.
AC- Bir başka handikap da mimarlık tarihçiliğinin statükocu yapısı. Bu bir araştırma alanı inovasyonu aslında. Şu anda yaklaşık 620 parselin, 340’ında konut yapıldığını, bunların bir bölümünün aynı plan tipine dayanarak üretildiğini, bunlardan birbirinin tekrarı plana sahip olanların özelliklerini, tiplerin kullanılma biçimlerini, hatta bunun arkasındaki mekanizmayı biliyoruz: Memurin Kooperatif Şirketi… Hatta bu şirketin, bilinenin aksine, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1936’daki Bahçeli Evler Konut Kooperatifi’nden önce bu işi gerçekleştiren bir konut kooperatifi olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi bütün bu konularda, mimarlık tarihçiliğine yeni bakışlar, yöntem ve araçlar kazandırmak söz konusu…
YŞ- Ali Bey sizin Ankara’nın konut tarihi ve barınma alanlarına ilginiz 1980’lerin başına, yüksek lisans ve doktora tezinize dayanıyor. Tüm bu araştırmalar serginin altyapısını hazırlayan koşulların başında geliyordu sanırım...
AC- Daha çok eksik var. Benim doktora tezim “Ankara’daki 1948-1962 arası konut kooperatifleri ve konut kooperatifleri yoluyla kentin genişlemesi-gelişmesine” ilişkin. Henüz tezim üzerinden bir yayın çalışması yapamadım. Ama Müge ile önümüzdeki yıllarda bir dizi hazırlığımız bunun üzerine.
YŞ- Hazırlamış olduğunuz bu sergi ve kitap, erken Cumhuriyet dönemi Ankarası üzerine özgün bulgular ve yeni tartışma alanları sunuyor. Bu alandaki yeni araştırmaların önünü açacağını ve Ankara’nın kentsel ve mimari tarihine katkıda bulunmayı sürdüreceğini düşünüyor musunuz?
AC- Mimarlık tarihi yazımı, mimarlık historiyografisi müthiş bir statüko içinde… Çok yazık. 1990’lardan beri yüreğimi dondurmuştur. “Yeni Arayışlar” başlığıyla toplantı yapılır, fos çıkar, herkes çok mutlu evine döner, hiçbir farklılığa izin vermez. Ancak ona rağmen Ankara 1923-1933 araştırması pek çok yeni araştırma ve tez çalışmasında yerini aldı, Ankara dostlarını kucakladı bile.
YŞ- “Bir Şehir Kurmak: Ankara 1923- 1933” araştırması TMMOB Mimarlar Odası’nın düzenlediği 2022/XVIII. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri’nde Fikir Sunumu Dalı Ödülü’ne layık görüldünüz. Bu ödül sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
MC- Benim için çifte mutluluk! İyi bir işin karşılık bulması, yenilerine yelken açmak için bugünlerde zor bulduğumuz rüzgarı, motivasyonu sağladı. 2006’dan 2016’ya Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri programının en uzun soluklu koordinatörlüğünü yürüttüm. Perde arkasından perde önüne geçmenin, bu denli önem ve emek verdiğim bir programda ödül almanın, sanırım yaşamımın güzellikler hanesine atacağım bir çizikten öte anlamı var. Ayrıca, bu ödül, en azından mimarlık camiasında, yolumuzun “farkına varıldığını” ve onay aldığını göstermekte; çok sevindirici bir aşama. Bilgi edinmeye, epistemik çabaya olan açlığımız onaylanmış durumda…
YŞ- Ali Bey tüm meslek yaşamınız boyunca mimarlık fakültelerinde akademisyen olarak hizmet verdiniz ve hali hazırda da ODTÜ’de ve Bilkent Üniversitesi’nde yarı zamanlı eğitmen olarak mimarlık eğitiminde rol alıyorsunuz. Ancak bir akademisyen olarak yaptığınız araştırmaları topluma mal olacak şekilde paylaşabileceğiniz projelere dönüştüren farklı bir tutumunuz var. Türkiye’deki üniversite ortamlarında görmeye alışkın olmadığımız bir akademik duruşunuz olduğunu düşünüyorum, buna katılıyor musunuz?
AC- Bunu çok ciddi düşündüm. Mimarlığın kendisi ile, mimarlık pratiği ile onun müşterisikullanıcısı-etkileneni olan kitleler arasında bir boşluk, bir açıklık, bazen de bir uçurum olduğunu baştan beri düşünmüşümdür. Yani yazmaya başladığımdan beri. Bu uçurum nereden kaynaklanıyor; bu boşluğu nasıl kapatabiliriz? Kuşkusuz bunun yollarından birisi yazmak, yazmak çünkü hem yazanda hem de okuyanda ayırdındalık yaratmakta. Sözcükler sizde neyi nasıl yazacağınızı yeniden tetikliyor. Yazmak dolayımıyla, yazdığınız temayı hedef kitlesine göre belirlemek, dolayısıyla çok rotalı yazmak. Aynı zamanda yazarken konuyu elle tutulur hale getirmek: Sayısal ve somut ölçümler paylaşmak, istatistik, duygusallıktan uzak durmak, hamaset yapmamak ve benzeri dürüstlük ilkeleri. Ama yazmak dışında başka yollar da var, her şey yazarak olmuyor: Yapmak! Ne yazık ki topluluklar, görmedikçe inanmıyor; arkasında durmayınca o yolun doğruluğa çıkacağını görmezden geliyor! Her şeyi de “yaparak gösteremeyiz”, öyle değil mi? Bizim kimi hocalarımız, öncüllerimiz, “doğruyu” göstermekle yetiniyordu, bizler artık yetinemeyiz.
YŞ- Mimarlık ve kent tarihi, mimarlık eleştirisi üzerine yaptığınız çalışmaların daha sonuç almaya yönelik araştırmalar üzerine temellendiğini dile getiriyorsunuz. Bu araştırmaları da bilgi üreten, farklı bakan ve zihniyet değiştirmeye katkıda bulunan bir yaklaşımla ele aldığınızı vurguluyorsunuz. Bu yaklaşımınızı standart akademik araştırmalardan farklı kılan unsurlar nelerdir?
AC- Öğrencilerimle de sürekli paylaştığım bir şeydir: Özellikle yüksek lisans ve doktora yapan arkadaşların Türkiye’de konu sıkıntısı çekmeyeceklerini, pek çok sorunsal, konu, araştırma rotasının henüz yürünmediğini düşünüyorum. Bir ara Devlet Arşivleri’ni en sık ve en fazla kullanan araştırmacı idim, üstelik tüm branşlar arasında. Şimdilerde yurtdışı arşivlerini ve araştırma merkezlerini de kullanıyorum. Araştırma düşüncesinin oturduğumuz yerde gelmeyeceğini, evet okuyarak da bakış açımızı zenginleştirebileceğimizi; ancak kendi içimizden doğan, kendi düşünmemizi tetikleyen yazma sürecine de önem vermemiz gerektiğini vurguluyorum. Bunların bir bölümü kuşkusuz şair olarak deneyim zenginliğinden geliyor: Yazma deneyimi de hata yapa yapa öğretse bile, okuma deneyimi kadar önemli.
YŞ- Ortaya koymuş olduğunuz sonuç ürünlerin sadece mimarlık literatürüne katkıda bulunmanın ötesine geçtiğini, sergiler aracılığı ile her yaştan ve sosyal katmandan insanın yaşadığı kentin gelişimine dair bilinç elde etmesine, kent ve mimarlık kavramlarının ulusallaşmasına katkıda bulunduğunu düşünüyor musunuz?
MC- “Mimarlığın toplumla buluşması” bir dönem hakkında kampanyalar düzenlenen Türkiye Mimarlık Politikası ve Mimarlık Yasası’nın ortaya konmasında toplumun desteğini de ardına alarak güçlü olma hedefini taşıyan büyük bir istekti. Bazı konularda, sadece disiplinin içinden konuşmanın dar camiamıza faydası olmadığı gibi dünyamıza da olmadığını düşünüyoruz. İzlediğimiz süreçler ve ortaya konan sonuçlar, dünyalarımızı genişletmekte bize de izleyene de iyi gelmeli.
YŞ- Birlikte ürettiğiniz tüm bu çalışmalarda buluştuğunuz ve aynı dili konuştuğunuz alanların çoğunlukta olduğu aşikar… Çalışırken mutlaka ayrıştığınız noktalar da oluyordur. Varsa bu çatışmalar genellikle hangi alanlarda yaşanıyor ve bunun üretime katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?
AC- Müge, inanılmaz disiplinli bir editör ve çatışma noktalarımız metin iyileştirme sırasında yaşanıyor. Sergi yazısı ya da bir kitap metni olsun, bütünlük konusunda kıstasları var; benimse araştırma ve öğrenme konusundaki oburluğum, onun ölçülülük yaklaşımıyla çatışıyor. Ancak yazı ya da serimleme konusunda ilk baştaki paylaşımlarımız, yani üretime geçmeden düşünce düzeyindeki tartışmalarımız, neyin nasıl yazılacağı konusunu zaten çözmüş oluyor, o konuda tartışma yaşamıyoruz.
YŞ- Hayal ettiğiniz ve birlikte gerçekleştirmeyi arzu ettiğiniz özel bir proje var mı? Hangisi?
AC- Müge uzun yıllar Mimarlar Odası “Mimarlık” dergisinin editörlüğünü yaptı; pek çok serginin küratörlüğünü, pek çok kitap ve farklı yayının editörlüğünü üstlendi. Ben de 12 yıl “ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi”nin derleyeni olarak görev yaptım. Bu yayıncılık deneyimi, hem mekân, mimarlık ve planlama ile ilgili konular, kişiler, güncel tartışmalar üzerine duyarlı kılıyor insanı.
MC- İlgi alanlarımız oldukça çeşitli: Ali’nin şimdiye kadar yaptığı araştırmalar, yaptırdığı tezler de öyle. Örneğin geçenlerde, bir öğretim üyesi, Ankara mezarlıkları konusunda tez yazdırıyormuş; mezarlıklar konusunda yazılar yazan ve bir tez yaptıran tek kişi Ali, onu fark etmişler. Betonarme yapılar konusunda da, konut tarihçiliği ve deprem konutları konusunda da, mübadele konut ve yerleşimleri konusunda da, Ankara konutları üzerine de öncü araştırmaları var. Bunların bazılarının malzeme ve bulguları o kadar özel ve doygun ki, özellikle doktora tezi olan 1948-1962 arası Ankara Kooperatif Konutları’nı dönemin sosyal yaşamıyla birlikte deneyimleyebileceğimiz bir sergiye dönüştürme hayalimiz var. Bağımsız editör olduğum için, farklı kurum ve yayınevleri ile çalışabiliyorum. Son yıllarda Büke Uras ile, benim editör olarak katkıda bulunduğum çalışmalar var örneğin. Büke’nin kaleme aldığı kitaplarda son olarak, Yapı Kredi Yayınları’ndan “Büyükada: Moris Danon Koleksiyonu” kitabını yayımladık, Türkçe ve İngilizce iki ayrı edisyon olarak. Daha öncesinde, yine iki ayrı edisyon olarak "Balyanlar" kitabı Korpus ve İBB Yayınları arasında yayımlandı. Benim aklımda bir kitap projesi var epeydir. Metis Yayınları’ndan çıkan, neoklasik iktisadı ekonomist olmayanlara da harika biçimde aktaran, sanat, aktivizm, mizah dozu çok iyi ayarlanmış bir kitap. Kapitalist sistemin, içinde yaşayanlar olarak iliklerimize kadar hissettiğimiz çalkantı ve çıkmazlarını aktarıyor. Bu yaklaşımı, Türkiye’den bir söz olarak mimarlık için denemek istiyorum. Kolektif bir çalışmanın ürünü olmak zorunda olan bu kitap, aynı zamanda çok iyi bir sanat yönetmenine ihtiyaç duyuyor. Telaşa gelmeyen doygun bir zamanı bekledim, umarım artık bulabileceğim.
YŞ- Yakın zamanda isimlerinizi hangi çalışmaların altında görebileceğiz?
AC- Çok farklı çalışmaların altında imzamızı görebilirsiniz! Akademinin fark ettiği ama sormaktan çekindiği; yerel yönetim ya da şehircilikle ilgili kurumların bildiği ama çevresinden dolaşmaya çalıştığı; toplumun sormayı arzuladığı, ama akademinin bazen çekindiği soruların peşinde olacağız. 2024 yılında konut çevreleri üretirken hala 19. yüzyılın hataları ile mi ilerleyeceğiz? Kamusal alanın sahipleri kim? Bu toprağın ve yeryüzünün sorunları olarak çöp? Dünyanın en iyi coğrafyasında enerji israfı? Bütün bunları sırtımızda taşıyacağız.
MC- Bir de şu: “Cengizkan Tasarım Medya” adıyla kurumsallaşıyoruz. Şu ana kadar ikimizin bağımsız olarak yapmaya çalıştığını tek damarda birleştireceğiz. Dolayısıyla sesimiz daha belirgin ve güçlü gelecek.