27.11.2023 - 03:01 | Son Güncellenme:
YASEMİN ŞENER- Tasarıma ve sanata olan ilginiz nasıl başladı? Ne tür bir eğitim aldınız?
MELEK ZEYNEP BULUT- Sinestezi. Sinestezim var benim, beş duyunun da birbirleriyle etkileşim haline girmesiyle oluşan bir durum. Bu durum benim yaşamı anlama ve algılamamda önemli dönüm noktasıdır, resim heykel üretimlerine yönlendiren de budur. Ve benim için sanat, tasarım eğitimi almayı da elzem hale getirdi. Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi mezunuyum. Üniversite tercihlerimde resim okumak ile mimarlık / tasarım okumak arasında kalmıştım. Mimarlık ve iç mimarlık eğitimlerini ardı ardına aldım ve üzerine tasarım yüksek lisansı yaptım. Üniversitede sevgili İnci Eviner benim hocamdı. İnci hocanın dersinden çok etkilenmiştim ve mekan, sanatın sezgisel tavrı bende o dönem bir birlikteliğe yol açar mı diye sorular başlatmıştı. Hiç mimarlık ya da iç mimarlık yapmadım, o teknik donatı kısmı beni heyecanlandırmadı daha ziyade bu altyapıyı sanatla birleştirmeye, mekan yerleştirmeleri yapmaya gönül verdim. Kadir Has Üniversitesi’nde İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü’nde okudum. Ardından eğitimime Almanya’da devam ettim ve mimarlık eğitimimi de orada tamamladım. Üzerine de tasarım yüksek lisansım var ve hala süren sanat kuramları üzerine bir ikinci yüksek lisansım. Ancak tüm bunlar bende sanat üretiminin bir besleyicisi ve destekleyicisi, zira tuvalim mekan. Yıllardır kürasyon, heykeller, binalara yerleştirmeler yapan ve bu alanda kendine özgülüğü gözeten biriyim. Tasarım eğitimi almış bu yeni alanı çalışmakta inanılmaz katkı sağladı, sağlıyor. Tasarımcı zekası, mekan kurgusuna tasarımcı gözüyle bakma becerisi bir sanatçının çok işine yarıyor. Konuyu bohemleştirmenize asla izin vermiyor ve teknik alt yapıyı öngörebiliyorsunuz.
Eğitiminiz sonrasında Almanya’da ve Paris’te nasıl bir çalışma hayatınız oldu?
Ailemin yarısı Almanya’da yaşıyor, ben de eğitimime ve çalışmaya Almanya’da devam etmek istedim. Benim için olağan bir süreçti bu. Sonrasında Paris'te bir kültür -sanat vakfında çalışmaya başladım, bu süreçte de üretimlerim kolektif sergilerde yer aldı ancak benim hayalim kamusal sanat yapmaktı. Ve orada küçük küçük denemeler yaptım. Tasarım eğitimi sanatı kamusal alanda uygulamak adına benim için çok iyi bir teknik altyapı oldu. Türkiye’ye döndükten sonra Balat’ta bir stüdyo açtım ve buradaki üretimlerime başladım. Türkiye’de duyulan ilk işim de Göç İdaresi Binası’ndaki “İrregular” isimli yerleştirme idi. Bağımsız, hiç para kazanmadığım bir işti ancak hala beni heyecanlandırır, o işimle özel bir bağım var. Kamusal alanda bir iş yapacaksanız kamudan izin almanız gerekiyor. Burası da Göç İdaresi’nin iznine tabiiydi. Aidiyet temasını içeren, Göç İdare Binası’na çarpan ve içeri giren soyut bir kuş sürüsü ve giderek çatılaşıyor. O da büyükçe bir strüktürdü. Çok ses getiren bir iş olmuştu, ilk günden Domus’ta yayınlanmıştı mesela. Zillerden oluşuyordu o sürü ve ses çıkarıyordu yine rüzgarla. Duyulara hitap eden, insan ve rüzgarla çalışan bir işti. İki sene orada kaldı, sonra biz kuruma esere bakım yapmayı önerdik. Yani sonuçta asılı bir iş, insanlar altından geçiyorlar. Bakım için indirildi ve sonra iş kayboldu, şu an nerede ben de bilmiyorum. Geçtiğimiz aylarda sergime gelen yabancı bir koleksiyoner o işi almak istedi. Birleşmiş Milletler ile birlikte aidiyet, mültecilik ve göç temaları üzerine sanatçılarla çalışıyorlarmış. Bu işi de istediler. Ancak iş ortada yok. Hep söylüyorum teması ile bu kadar uygun iş az bulunur, iş ortada yok.
Çalışmalarınızı mekan, deneysel mimari, davranış bilimleri ve görsel sanatların bir sentezi olarak tanımlıyorsunuz. Gerçekten de işleriniz izleyicilerin mekansal deneyimlerine dayanan ve duyularına hitap eden çalışmalar...
Genel olarak üretimlerimin altında felsefe ve bağlamın kuvvetine önem veriyorum. Bu yönde yazıp çizmeye ve önce kendimi heyecanlandırmaya çalışıyorum. Yaptığım işlerin her biri aslında çok uzun yıllar demlendirdiğim konulardır. Galata'daki atölyem de laboratuvar gibidir. Her bir his için bir parça duvarlarımı kaplar, hislerle ve malzeme ile hep bir deney halindeyim. Mesela bir eser üzerinde çalışmaya başladığım zaman onun insan bedeni gibi davranmasını ve bir omurgasının olmasını tercih ediyorum. Neden yapıyoruz bütün bunları? Biz bu soruları neden sorduk? Bunun gibi temel, varoluşsal sorulara önce sanatçının dürüstçe kendi içinde cevap vermesi lazım. Yaptığım şey neyi ve kimi etkiliyor? Önce beni etkileyip tekamül ettirmesi, yukarı çekmesi gerekiyor. O strüktür benim ve neyin içerisindeyim? Merkezlenebiliyor muyum, merkezlenemiyor muyum? Ses çıkarmakla ilgili bir şey mi seçiyorum? Yoksa daha çok kabuğuma mı siniyorum? Önceki eserlerimden biri olan René Pavillion kabuğuma sinmeyi seçtiğim bir işti. Açık Yapıt’ta biraz daha seslendirilmeyi seçtim. Dolayısıyla üretimlerim böyle bir kanaldan aktığı için duyularla çalışıyor. Bir proje geldiği zaman oraya ne verebileceğim gözümde canlanır. Ve o bağlantı hali yolu gösteren olur. Açık Yapıt da öyle sezgisel bir işti. Daha Londra Bienali söz konusu değilken, ben uzun zamandır sallanan ve sesler çıkaran teatral bir anıt yapmak fikriyle yanıp tutuşuyordum zaten. Yer oldu ona sadece.
Yapıtlarınızda malzeme oldukça kıymetli bir yerde duruyor ve mevcut sisteme katmanlar ekliyor. Merkezine insanı alıyor ve ona mekansallıkla alakalı bir dolaşım kurgusu sunuyor. Bütün bu öğeler aslında mimari ile çok örtüşen unsurlar. Dolayısıyla sizin mimarlık altyapınızın sanatla bambaşka bir ara kesitte buluştuğunu görüyoruz...
Öncelikle mimariyi doğru anlamak lazım bence. Çünkü zaten mimarlığı hakkıyla ve bağlamına uygun yapabilen çok az mimar var. Bu değerli ve kadim mesleğin hakiki icracılarını başka bir yerde tutuyorum. Benim ise kısa süre için bile olsa bir mimari büro deneyimim oldu ve orada çalışırken de bu kadim mesleğin sıkıştığı bu teknik, fazla tanımlı hali sevmemiştim. Çoğu mekan tasarımında insana sadece fiziksel ihtiyaçları olan bir obje gibi bakılıyor ve insan ruhuna ve aynı zamanda insanın “yaşam” olarak deneyimlediği o büyük hikayeye hitap eden bir boşluk yok. Mimarlık burada tanıma sıkışıyor. Ben tüm bu soyut -somut dengeleme arasından “mekan” kelimesini, kavramını ve onunla ilişkimizi aldım, daha varoluşsal ve ham bir perdede sanat disiplinine aktarmayı seçtim. Tabirinizi çok sevdim; başka bir ara kesit beni heyecanlandıran.
Mimarlık tarihi boyunca fonksiyonu ruhla birleştiren, şiiri olan yapılar da üretildi ve üretilmeye de devam ediyor elbette ki. Işıkla, suyla, sesle, doğayla, insan duyularıyla doğru ilişkiler kuran mekanlar var ama tabii azınlıkta. Tüketim çağında üretilen işlerin pek çoğu ticari önceliklere sahip ve bu arayışlardan çok uzak.
Katılıyorum. Hatta buna benim katılmamam imkansız, zira adım bile Melek Zeynep. Bu hayata soyut ve somut arasındaki meseleyi irdelemeye gelmiş biriyim. Öncelikle bu sözünü ettiğiniz ‘yaratım enerjisinin’ bulduğu vücud ile ilgilidir. O bazen bir cümle olmak ister, kimi zaman bir yapı unsuru, kimi zaman bir ses, söz. Burada alan açmamız gereken şey ruha temas. Malzemenin olmak istediği şeye izin vermek lazım, yer yer sanatçının geri durması lazım. Bu denge ne değerli. Eserlerimin mekanlaşması, mekanlara yerleşmesi ya da kopuk bir topografya parçası olması da aslında sadece o boşluğun, hayattaki aralıkların arayışından ve hayatta sadece bu köşelerin, bedenlerin içerisinde sıkışık birer varlık olmadığımızı görme/gösterme arzusundan geliyor. Ve dolayısıyla bunlar aslında deneysel heykeller de oluyor kendi aralığında. Kimi gelir buna deneysel mekan da der, biri gelir başka bir şey der. Sanatçı olarak benim bile anlatırken güçlük çektiğim yapıtları belirli bir disiplinin çerçevesine sokmayı zaten doğru da bulmuyorum. Zaten sokarsak da yapamayacağımız şeyler olur bunlar. Desem ki ben burada bununla bir mekan yaratacağım. Bu ne olur biliyor musunuz? Çardak olur, kamelya olur. Formu da müsait buna. Ya da desem ki ben bununla bir heykel yapacağım, o zaman da bir heykel olur gerçekten. Akustik bir tasarım desem ses yerleştirmesi olur. Ama aslında insanın böyle kalbinden geçeni bırakıp orada onun somutlaşmasını izlemek ve bir tanıma sokmamak yaptığımız şey.
İçinde yaşadığınız toplumun gerçeklerine karşı geliştirdiğiniz duyarlılık eserlerinize de yansıyor. Tıpkı Göç İdaresi’nde yer alan işiniz “Irregular” gibi. Eserlerinizdeki imgeler bu coğrafyadan nasıl besleniyor?
Göç İdaresi’nde yer alan o işi yaparken aslında çok gençtim ve o zaman verdiğim röportajlara dönüp baktığımda ben de şaşırıyorum. Bu bir başlangıç ve dünya bir yere gidiyor, demişim. İnsanlar bu duygu durumuna ve bu dünyaya sıkışmış durumdalar ve yeniliğe ihtiyacımız var. Bu yenilik de inovasyon dediğimiz şey değil, diye ifade etmişim. Yani ihtiyacımız olan hızla ve daha fazla fikir üretimi değil belki. Tam tersi daha ilkel bir şey yapmamız lazım. “Anlamak” mesela.. İnsanlar artık kadim bilgilerden çok uzaktalar. Yeniliği ve hayatı kolaylaştırmayı inovasyon olarak algılıyorlar. Ben küçük nazik hareketlerin ve anlamanın insanıyım. Dolayısıyla burada bir toplumun, bir grubun ya da bir hareketin duyarlılığını değil de varoluşsal zeminde insanı anlamaya, yaratımımızı anlamaya ve bununla ilgili üretmeye çalışıyorum. Böyle yapınca da aslında herkes için konuşmuş oluyorsunuz. Örneğin Yunus Emre'nin dizeleri aslında herkes içindir, sadece bu coğrafyaya ait değildir. İnsandan bahseder. Neşet Ertaş’ın türküleri belirli bir gruba, etnisiteye ait değildir. İnsana özgü bir şeylerden bahseder. Ben de işlerimi temel olarak öyle bir noktaya çekmeye çalışıyorum. Buna sezgi mi dersiniz bilmem ama ortaya bir iş koyacağım zaman onu yapmak dışında başka bir şeyle kesinlikle uğraşamam. Onu yapmak zorunda hissederim kendimi ve o da ister istemez ilginç bir şekilde kolektif bilinçle konuşan bir şey olarak ortaya çıkar. Irregular aslında şöyle başladı. Bir iş için Göç İdaresi Binası’na gitmiştim. Orada beni çok etkileyen dev bir saçak ve boşluk vardı. Sonra otobüsle her oradan gelip geçtikçe o saçak üzerine eskizler yapmaya başladım. Sürekli olarak bir dalga çiziyordum. Sonra Göç İdaresi’nin göçle ilgili bir sergi için çağrıda bulunduğunu gördüm. Düzenli olarak kendi alanlarında sergi yapan bir kurum. Farklı sanatçıların işlerini sergiliyorlar ancak genellikle mekanın bağlamıyla daha romantik ilişkiler kuran sergiler. Ben de bu dalga çizimimi ve kuşlar fikrimi götürdüm onlara. Göç İdaresi yetkililerine binaya saplanan, içeri giren ve orayı saran bir kuş sürüsü fikrini anlatamayacağımdan endişe ettim. Bir kuşlar heykeli yapsam dedim. Bu şehirde daha önce yapılmış olan kuş heykellerinden, Kuzgun Acar'dan örnekler verdim. Nihayetinde bu fikri sevdiler ve orada uygulamamıza izin verdiler. Uygulaması çok zor bir işti. Her bir parçayı yerleştirip gidip Vatan Caddesi’nin başından bakıp, kontrol ediyorduk. Bezm-i Alem Hastanesi’nin doktorlarından rica ediyorum, onlar görüyorlardı o açıyı, fotoğraf çekip bana gönderiyorlardı. O kuşların her birini vinçlerin üstünde tek tek yerinde ördüm. Gerçekten de topluma dokunan bir iş oldu, çok ilgi gördü. Siz insan için bir şey ürettiğinizde en azından bu zemine dikkat çektiğinizde iş evrensel bir zeminden beslenmiş oluyor zaten.
Bir topoğrafik izi çağdaş bir çilehane olarak yorumladığınız “René Pavillion” işinizden söz edebilir miyiz?
Eseri koyacağımız yerin topoğrafik çizgilerini büyüterek referans aldığımız bir işti. Toprağa gömülü bir hafıza var ve onu çıkartmak istedim. O izi topraktan kaldırdım ve giriş ya da çıkış vermedim. Sonra bunu bir soyut çilehane olarak yorumladım kendi kendime. Kırklanmak derler ancak bu benim kendi tabirim, bir iddia değil. O eser şimdi Kemer Country’de sergileniyor, özel bir koleksiyonda. Deneysel bir heykel-mekan-kent çalışmasıydı. Prensip olarak topografya çizgileri yerden yükselir, bir karın oluşturur ve içine girilebilir, güvensiz bir arzu ile üzerine çıkılabilir bir dağ, bir yükseltiye dönüşür. Zemin bilgisi olarak aidiyetsizdir. Bulunduğu her yerde, yer ve dayandığı mekan arasında bir bağlantı unsuru olacaktır. Burada malzemenin deneyiminden söz etmek gerekir. İnsan eşyalarından toplanmış metaller ezilerek bir hafıza materyali oluşturur ve onu yeşerene dek oksitleyerek yaralarız. Dönüşümü simgeler.
Açık Yapıt yerleştirmenize gelecek olursak… İlk olarak Londra Tasarım Bienali’nde sergilendi. Bienale başvuru ve kabul süreciniz nasıl gerçekleşti?
Geçen senenin sonuna doğru Londra Tasarım Bienali bir açık çağrı duyurusu yaptı. Konusu da “yeniden eşleştirmeler”di. Dünyanın gittiği yere dair tasarımcılardan ve sanatçılardan çeşitli öneriler bekliyorlardı. Aric Chen’di küratörü. Ben de buraya bir öneri gönderdim. Eseri önce bir video eskizi ve bir metin olarak ilettim. Ardından beni jüriye davet ettiler. Jüride Aric Chen’in yanısıra Londra Tasarım Bienali Direktörü Victoria Broackes, MoMA Kıdemli Küratörü ve Mimarlık ve Tasarım Direktörü Paola Antonelli, Londra Tasarım Festivali Direktörü Ben Evans gibi isimler vardı. Açık Yapıt’ın fikrini çok sevdiler ve bizden detaylı projeyi istediler. Aynı hafta bize Londra Tasarım Bienali’ne katılım yapmamız için davet mektubu ilettiler. Benim bireysel bir sanatçı olduğumun farkındaydılar. Projenin hayata geçmesi için gerekli konuşmaları yapmak adına hazır olduklarını vurguladılar. Türkiye Kültür ataşesiyle görüşmeye gittiler ve destekçi bulmak için diyaloğu onlar başlattılar. Bienallere katılım yapmak için resmi olarak ülkenizin yasal onayı gerekiyor. Ben de görüşmeleri onların yapmalarını rica ettim ve süreç başlamış oldu. Bienal yönetimi bir yazı yazdı ve Kültür Bakanlığı ile protokolü başlattı. Biz bu projenin sunumuyla çeşitli kuruluşlara gittik ve kurumlardan destek istedik. Tıpkı İKSV'nin yaptığı gibi taşıma sponsorluğunun THY'den alındığını öğrendik. Web sitelerinden baktım, başvuru prosedürlerini öğrendim. İlk defa bir bienale eserimle katılıyordum. Bu kadar parçayı yurtdışına nasıl taşıyacağımızı bilmiyordum. THY'ye sunumlar yaptık. Ancak bu proje için kiminle görüştüysek herkes içinde olmak istedi. Çünkü proje çok iyiydi, iş çok iyiydi. Kolektif bilinçle konuşuyorduk. Londra Tasarım Bienali yönetimi arkamda durdu. Bienal Direktörü Victoria Broackes defalarca farklı kurumlara mektuplar yazdı. Tıpkı bir çocuğun doğması gibiydi bu işin hayata geçirilmesi.
Bağımsız bir sanatçı olarak tek başıma ne yapabilirim diye düşünüp başvurmaya cesarete edemeyen genç sanatçılar için de umut oldunuz ve örnek bir yol haritası sunmuş oldunuz.
Çok teşekkür ederim. Hiç umutsuzluğa kapılmadım, en kötü yapamam diye düşündüm. Gerçekten öyle. Davet mektubunu hatıra olarak saklarım. Arkadaşlar Londra Tasarım Bienali'nden davet aldım ama hayata geçirecek desteği bulamadım bu da benim böyle bir hatıramdır derim diye düşündüm. Çok zorlandığımız zamanlar oldu, deprem sonrasıydı, seçim öncesiydi. Kimsenin kültürü, sanatı düşünecek hali yoktu. Tek tek kapı kapı dolaştım. Herkese gittim, sundum. Ekibim arkamda durdu. Birçok kişi gönüllü olarak projeye danışmanlık yaptı. Bu çocuğun dünyaya gelmesi gerekiyordu. Geldi. Somerset House ciddi kuralları olan bir bina. Kraliyetin binası ve sadece kültür organizasyonları için kullanılıyor. Biz de öyle bir binanın avlusuna 34 ton çelik inşa ediyoruz. Küratörümüz Aric ile öyle bir planlama yaptık ki Somerset House'un iç kapılarından çıkan insanlar bu işin içine düşsün istedik. Köşeye koyduk, bir kapıdan çıkarıp başka bir kapının içinden geçirdik insanları. Rüzgardan nasıl etkileneceğini hesapladık, önlemleri aldık. İzleyicileri içeri kontrollü olarak aldık. Çünkü, kinetik bir yapı. Bu sefer işin önünde uzun sıralar oluştu. 300 yıllık tarihi zeminin üzerine paslı demirlerden oluşan bir iş koyuyoruz. Zeminin pastan etkilenmemesi için koruyucular yerleştirdik. Tüm küratöryal ekip ve binanın teknik müdürleri bu işin hayata geçebilmesi için seferber oldu, herkes arkamızda durdu ve bu işe inandı. İlk günden uluslararası basını getirdiler oraya ve Açık Yapıt bir anda tüm dünya tasarım basınının ilgi odağı oldu. Türkiye Büyükelçiliği’ne çeşitli müze direktörlerinden tebrik yazıları geldi sergimizle ilgili.
Ardından gelen bir teklif ile Royal Academy of Arts’ın yaratıcı kurulu üyeleri arasında yer aldınız. Ne tür bir iş birliğiniz olacak?
Royal Academy of Arts ile beraber üretimlerimiz olacak. Londra Tasarım Bienali’nde 47 ülkeden ve 22 üniversiteden gelen eserler vardı. Royal Academy'nin de sergisi vardı. İçeride bir ses yerleştirmesi yapmışlardı. Sir Norman Foster da işin içindeydi. Kendisi bizim sergimizi de ziyaret etti, bizi tebrik etti. Daha sonra da beni Royal Academy'ye davet ettiler. Orada küçük bir grupla bir söyleşi yaptık. Onların yeniyi, çağdaşı yorumlamakla ilgili bir programları var ve kreatif bir ekip oluşturdular. Ben de dahilim ve 15 ay boyunca onlarla bazı yayınlar ve sergiler üreteceğiz.
Açık Yapıt nasıl bir ekip çalışmasının ürünü? Eserin üretimi ve uygulamasında ne tür destekler aldınız?
Hep söylüyorum küçük ama muhteşem bir ekiptik. Böyle bir işi elbette tek başına yapamazdım. Bienal’den davet aldıktan sonra ilk aradığım kişi Celaleddin Çelik oldu. Daha evvel expo tecrübesi olduğu için varlığı burada değerliydi. Mimari ve akustik danışmanlığımızı üstlendi. Çok iyi bir mimardır ve akustik bilir, çünkü müzik kültüründen gelir. Kendisini aradığımda “Zeynep seve seve, bu işin içerisinde yer almaktan çok mutlu olurum” dedi. Sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mehmet Selim Ökten hocamızı aradım. O ve ekibi sağ olsunlar gece gündüz çalıştılar bu iş için. Bienal yönetimi işi burada üretip taşımamızı bekliyordu. Bütün onayları aldık, sponsorlar bulduk. Sonuçta teslim etmemize 3-4 hafta kala bir baktık işin imalatını yapacak atölye bulamıyoruz. Herkes diyor ki ben bunu yetiştiremem, yapamam, görünür bir iş olacağı için kimse sorumluluk almak istemiyor. O noktada işin her bir parçasını başka bir yerde yaptırmaya karar verdim. Bienal bizden bir demo istedi. Somerset House’un zeminine uygulanacak basıncı anlamak için eseri kurup ölçüm yapmamız gerekiyordu. Ayrıca o tarihi alanda herhangi bir montaj ya da sıcak işleme, müdahaleye izin yok. Götürdüğünüz şeyin kurulup sorunsuz oturması gerekiyor. Bunu denemek için Sancaktepe’de bir arsa bulduk, geçici bir imalathane kurduk ve işi orada 2 gecede birleştirdik. Orada BİM bizi ses yapıyoruz diye şikayet etti, polis falan geldi, neredeyse davalık olacaktık (gülüyor).
Keşke imalatı daha kolay bir proje önerseydim dediğiniz oldu mu?
Önce kendi yaptığım şeye benim sahip çıkmam gerekir. Kötü bir bienal tecrübesi de olabilirdi, bir sürü sanatçı gidiyor/geliyor, herkes çok verim alamayabilir, bu da çok doğaldır. Ancak öyle de olsa engelli doğan çocuğuma sahip çıkmak gibi olacaktı benim için. Bir an bile durup, inancımı yitirmeye imkan tanıyan bir iş değildi. Dolayısıyla hayır.,
Açık Yapıt’ı eşik ve dönüşüm metaforlarının etrafında şekillenen, performatif bir mekan olarak tanımlıyorsunuz. Biraz bu metaforların bağlamlarından söz eder misiniz?
Açık Yapıt teatral bir sergileme alanı. “Bilinç ve eşikleri” metaforlarının etrafında şekilleniyor. İnsanlık tarihi boyunca güç, aidiyet, sınır belirleme, toplumsal hiyerarşi temsili olan kavramları varoluşsal bir zeminde tartışmayı temel alıyor. Tıpkı bir enstrüman gibi çalışan hareketli ve sesli yüzeylerin oluşturduğu soyut kapılar ve plan, ziyaretçinin teması ile bir “değiş/tokuş” deneyimine dönüşüyor. Yerleştirme bilinçli olarak anıtsal bir diziliş ve büyüklükle öne çıkarken ziyaretçilerin mekana temas etmesi ile bu dokunulmazlık yerini sesselliğe ve esnekliğe bırakıyor. Bu oyun aynı zamanda tam da önümüzde duran ve kurulmakta olan yeni dünyaya da nazik bir soru işareti olarak algılanabilir.
Somerset House'un avlusunda eserinin algılanması ve ziyaretçilerin tepkileri nasıldı?
Bienalin ziyarete açıldığı ilk gün İngiltere gazetelerinden birinde sergi hakkında bir yazı yayınlandı. Yazı bu eseri “son anıt” diye nitelendiriyor, başka anıt yapılmasına gerek olmadığını yorumluyordu. Ardından İngiltere’nin entelektüel ortamında “Açık Yapıt”a olan ilgi adeta patladı. Bienal ziyaretçileri “kesin ödülü onlara verirler” diye konuşmaya başladı. Eserin heybetinden etkilenerek de gelenler oluyordu, bir bakıyor avlunun içinde başka bir yapı var. Çok sayıda ziyaretçi ağırladık. Avlu dolup dolup taştı. Her gün binlerce soru alıyorduk, nasıl yaptırdınız, bunun altında yatan fikir neydi, nasıl birleştirdiniz? Bienal her gün programlar yapıyor, gruplar ve sanatçılar getiriyordu, söyleşiler yapıyorduk. Sergi bitmeden ikinci serginin teklifini aldık. Ardından kitabıydı, etkinlikleriydi, süreç çok güzel ilerledi. Dolayısıyla biz İngiltere’de sadece yaptığımız işi konuştuk. Mutluyuz.
Bienal kapsamında bir de ödül aldınız...
47 ülke ve 22 üniversitenin işlerinin arasından seçilerek Public Award ödülünü aldık. Bienal yönetimi ziyaretçiler tarafından yapılan oylama ile veriyor bu ödülü. Böyle bir sistemleri var. Açık ara bir farkla aldık ödülü ve ülkemizi de orada en iyi şekilde temsil ettik. Gerçekten güzeldi. Açık Yapıt bu sergilemenin hemen ardından London Design Festival 20. Yıl Özel Seçkisi’ne davet edilerek tarihi Thames Nehri üzerinde, Londra siluetinde bu kez “asılı bir anıt” olarak sergilendi. Bu sergileme ile de Mayor of London, Victoria&Albert Müzesi gibi değerli oluşumların jüriliğinde hazırlanan ve “Son 20 Yılın En Etkili İşleri” olarak listelenen The Red Book’da (Kırmızı Kitap) yer alan 30 eserden biri oldu. Ardından eseri cumhuriyetin 100. yılına özel olarak T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı daveti ile Atatürk Kültür Merkezi’nde ziyarete açılmak üzere Taksim Meydanı’na taşıdık.
Cumhuriyetin 100. yılında eserinizi ülkenizde sergilemek size nasıl hissettirdi? Açık Yapıt’ın ve sizin bundan sonraki yolculuklarınız nasıl devam edecek?
Açık Yapıt, İstanbul’a gelmeden önce 2-3 yerden sergi teklifleri almıştı. Londra'dan, Miami'den ve Körfez ülkelerinin birinden. Artık Londra'ya tekrar götürmeyi düşünmeyiz herhalde. Londra’da iki çok güçlü yerde sergilendi çünkü. Orada kalsaydı bir müzede sergilenmeye devam edecekti. Ama biz cumhuriyetin 100. yılını seçtik ve buraya geldik. Benim için çok anlamlı ve değerliydi. İlerde çocuklarıma anlatacağım bir hatıra oldu. Açık Yapıt farklı ülkelerdeki sergiler ile yolculuğuna devam edecek. Onun dışında bir süredir başka bir proje üzerinde çalışıyoruz. O da önümüzdeki yılın ortalarına doğru hayata geçecek ama duyurusunu yakın zamanda yapacağız. Ayrıca bir kitap ve performans sanatıyla karışık bir kısa film üzerinde çalışıyoruz. Heyecanlıyım.