Sinan Genim

Sinan Genim

sinan@sinangenim.com

Tüm Yazıları

Bazı kişiler merak edip soruyor: “Nasıl oluyor da binlerce yıldır bir arada yaşayan bu insanlar, birbirlerine karşı bu kadar acımasızca davranabiliyorlar?” Pek az kişi, son yüz yılda özellikle Kırım ve Balkanlar’dan başlayan büyük toprak kayıpları yaşadığımız sürecin ne kadar büyük acılara yol açtığını hatırlıyor. Yüzyıllardır farklı bölgelerde yaşayan insanlar, bu kayıpların ardından önce Osmanlı İmparatorluğu’na, sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne göç etmek zorunda kaldı. Bu zorunlu sığınmanın yarattığı travmanın sonuçlarını görmezden gelmek mümkün mü?

Haberin Devamı

Yaşadığımız ülkeyi daha iyi tanımak

Ülkemizde yaşayan çok az kişi, yakın geçmişte meydana gelen olayların; bu coğrafyanın nasıl karmaşık bir yapıdan ulus devlete geçiş yaptığının veya yapmaya çalıştığının farkındadır. Ne yazık ki geçmişi bilmeyenlerin gelecek oluşturmasının çok zor olduğunu hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Son yüz yılı aşkın süredir bir kimlik ve mensubiyet kavgası yaşamaktayız. Peki, sözde bu kavgaya karışmayan, ama gerçek kimliğini gizleyen insanlar ne yapmaktalar, bir bilen var mı?

Bir arada yaşama

Bazı kişiler merak edip soruyor: “Nasıl oluyor da binlerce yıldır bir arada yaşayan bu insanlar, birbirlerine karşı bu kadar acımasızca davranabiliyorlar?” Pek az kişi, son yüz yılda özellikle Kırım ve Balkanlar’dan başlayan büyük toprak kayıpları yaşadığımız sürecin ne kadar büyük acılara yol açtığını hatırlıyor. Yüzyıllardır farklı bölgelerde yaşayan insanlar, bu kayıpların ardından önce Osmanlı İmparatorluğu’na, sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne göç etmek zorunda kaldı. Bu zorunlu sığınmanın yarattığı travmanın sonuçlarını görmezden gelmek mümkün mü?

Gerek yazılı gerekse görsel medyada uzun süredir yeni bir moda çıktı: Bir dönem bu topraklardan ayrılıp göç etmek mecburiyetinde kalan insanlar için güzellemeler yapılıyor. Gerçekten de bir grup insanın doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalması üzücü, hatta üzücüden öte acı verici bir durumdur. Peki, gidenlerin güzellemesini yapanlar hiç düşünmezler mi; yerini, yurdunu bırakıp birlikte yaşadığımız bu topraklara göç edenlerin hiç mi benzer hikâyeleri yok?

Haberin Devamı

Yani gidenler için gözyaşı dökelim, ama gelenlerin yaşadıkları kayıpları ve çektikleri acıları da unutmayalım. Anadolu’ya göç edenlerin yolculuklarına ait fotoğraflar, ne kadar büyük çileler ve sıkıntılar yaşandığını gösteren unutulmaz belgelerdir.

Yaşadığımız ülkeyi daha iyi tanımak

Misyonerlerin etkisi

XIX. yüzyılın başlarından itibaren içinde yaşadığımız coğrafyada etkisini artıran misyonerler, binlerce yıldır birlikte yaşayan halklar arasına ayrılık tohumları ekerler. Bu tohumlar, kısa süre sonra toplumlar arasında çatışmalara neden olur. Önce Balkanlar’da, ardından Suriye ve devamında Güney ile Doğu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kurulan okullar ve misyoner istasyonları, karmaşanın büyümesine bir arada yaşama kültürünün yok olmasına yol açar.

Bazı yayınlarda misyonerlerin amacının faaliyette bulundukları topraklara “Medeniyet getirmek” olduğu iddia edilmekte. Oysa bu nasıl bir medeniyet anlayışıdır ki insanların birbirini yok etmesine, birlikte yaşama kültürünün yok olmasına yol açar?

Haberin Devamı

Yaşadığımız ülkeyi daha iyi tanımak

Stefanos Yerasimos

İçimizden biri, meslektaşım, merhum Stefanos Yerasimos, üzerinden yüz yılı aşkın zaman geçmesine rağmen hâlâ sürmekte olan bu kaosu ayrıntılı biçimde ele alır. “Milliyetler ve Sınırlar” adlı eseri gerek bizim ülkemizde gerekse bu coğrafyada yaşayanlar mutlaka okunması gereken bir kitaptır.

Balkanlar’daki toprak kayıpları “1683 Viyana Bozgunu” ile başlar. 1699 Karlofça Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Balkanlar’da büyük toprak kayıpları yaşar. İmparatorluk artık eski gücünde değildir. Habsburg İmparatorluğu ve Rus Çarlığı ile başlayan bitmez tükenmez savaş dönemi gelmekte olan yıkımın habercisidir. Rusya, 1774 Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ı ele geçirir; Kuban ve Kırım havalisinin yanı sıra Balkanlar’dan da anayurda göçler başlar.

1853-1856 Kırım Savaşı, Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın yanı sıra İngiltere ve Fransa’nın da silahlı güç olarak gövde gösterisi yapmaya başladıkları yeni bir dönemin başlangıcıdır. Hem Sultan II. Mahmud dönemi (1808-1839) hem de Sultan Abdülmecid dönemi (1839-1861), ekonomik çöküşün ve büyük dış borçlarla karşı karşıya kaldığımız uzun bir sürecin başlangıç günleridir.

Ara bölgede kaos

Bazı yazarların “Ara bölge” olarak tanımladığı bu coğrafya aslında birleştirici bir bölgedir. Doğu ile Batı bu topraklarda birleşir. Bu topraklar, insanlığın var olduğu ve çocukluk evresini geçirdiği topraklardır. Ara bölge tabiri bana küçültücü bir söz gibi geliyor. Hani bizde bir söz vardır: “İki arada bir derede” gibi… Özellikle XX. yüzyılda ortaya çıkan bu tabir, bu coğrafyada oluşan ve insanlığın bugünkü seviyesine ulaşmasını sağlayan kültür birikimini yok saymaya dayalı bir küçültücü bakış açısını yansıtmaktadır.

Misyonerlerin çabaları sonrası zenginleşen yöresel burjuvazinin beklentileri, farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına, merkezi otorite yerine daha fazla yerel yönetim isteklerine yol açar. Böylece Doğu ile Batı arasındaki istikrarı sağlayan bölgenin varlığı önce hırpalanır, daha sonra da ortadan kalkar. Çok inançlı, çok dilli, çok etnik yapılı bu coğrafyada oluşan birlikte yaşama kültürünün yok oluşu, üzerinden yüz yılı aşkın süre geçmesine rağmen hâlâ süren bir karmaşaya yol açmaktadır.

Yaşadığımız ülkeyi daha iyi tanımak

Balkanlar

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Yugoslavya, bölgede geçici bir istikrar sağlar. Günümüzde her ne kadar eleştirilse de Josip Broz Tito’nun (1892-1980) otoriter yönetimi, farklı etnik ve dinî kimliklerin oluşturduğu bu ülkeye refah getirir. Tito’nun ölümünden sonra istikrar bozulur, bölge yeniden savaşlarla sarsılır ve binlerce insan yaşamını yitirir. Eskinin Yugoslavya’sı, yedi farklı devlete bölünür. Bir zamanlar “Bağlantısızlar Hareketi”nin liderliğini yapan bu büyük ülke, küçük ve etkisiz devletçiklere dönüşür.

Kafkasya

Kafkasya, tarih boyunca büyük karışıklıklara sahne olmuştur. Sovyetler Birliği döneminde otoriter yönetim, bölgedeki sükûneti kısmen sağlar. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan kaos, günümüzde yüzeyde sakin görünse de derinlerde sürmektedir. Gürcistan’ın bazı bölgeleri Rusya’ya katılmış, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki anlaşmazlıklar ise hâlâ tam anlamıyla çözülememiştir. Denize çıkışı olmayan, Azerbaycan’ın yanı sıra Gürcistan ile de sorunlar yaşayan Ermenistan halkı, büyük oranda sıkıntı çekmektedir.

Son günlerde Başbakan Nikol Paşinyan’ın “Artık geçmişin hatalarını gündemde tutmamak, bölgedeki anlaşmazlıklara son vermek gerek” açıklaması, büyük tepkiyle karşılanmıştır. Bu tepkilerin büyük bölümü, daha çok günümüz Ermenistan’ında yaşamayan insanlar tarafından yapılmaktadır. Çünkü bu bölgede istikrarın sağlanması, Batılı güçlerin işine gelmez. Buralarda yaşayan insanların düşünceleri ve çektikleri sıkıntılar onları ilgilendirmez. Bazı ülkeleri, özellikle de Türkiye’yi terbiye etmek gibi bir düşünceleri var. Bunun hiçbir zaman gerçekleşme imkânı olmadığının farkında değiller, ama olsun, karmaşa devam etsin ki buralarda yaşamını sürdüren insanlar rahata erip sağlıklı düşünmeye başlamasınlar.

Yaşadığımız ülkeyi daha iyi tanımak

Irak, Suriye ve devamı

Balkanlar ve Kafkasya’nın ardından sıra önce Irak’a, sonra da Suriye’ye gelir. Bir dönem bölgenin en müreffeh ülkesi olan Lübnan, bugün bu refahın bedelini ödemektedir. 1943 yılında, Fransa’nın gözetiminde kurulan “Ulusal Pakt” ile Lübnan yönetimi oluşur. Her ne kadar kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiş olsa da dünyada eşi benzeri olmayan bir sistem kurgulanır: Cumhurbaşkanı Maruni, meclis başkanı Şii, başbakan Sünni olmak zorundadır.

İdeoloji çevresinde oluşan siyasi partilerin, bu ülkede dinî / etnik gruplar esas alınarak oluşturulması anayasa hükmüdür. Bu şeytani düzenleme büyük oranda Fransa’nın fikridir. Lübnan 1943 yılında bağımsızlığa adım atar, 1946 yılında ülkedeki Fransız askerleri çekilir. Ancak ektikleri nifak tohumları gelişir ve 13 Nisan 1975 günü, zaman zaman kesintiye uğrasa da iç savaş ve siyasi istikrarsızlık devam etmektedir. Lübnan’daki bu siyasi oluşum daha sonra Amerikalılara örnek olur ve Irak Anayasası’nda benzer bir düzenleme yapılır. Bundan böyle Irak cumhurbaşkanı Kürt asıllı, meclis başkanı Sünni, başbakan ise Şii olacaktır.

Diktatörlere karşı çıkan, demokrasi havarisi ülkelerin yaptığı düzenlemeye bakın. Bir ülkenin yönetim erki hem ırk hem de inanç öne sürülerek parçalanmakta ve bunun adı da “Demokratik yönetim” olmaktadır.

Aklı başında hiçbir demokratik ülkenin böyle bir ayrımı kabul etmesi mümkün değildir. Günümüz Fransa’sında cumhurbaşkanın Fransız, başbakanın Ateist, meclis başkanının Protestan olması gibi bir şart koşulabilir mi? Bazı kişiler böylesi bir düşünceyi gündeme getirdikleri takdirde, alay konusu olmaktan öte, “Akıl sağlığı yerinde değil” denerek vesayet altına alınması talep edilir.

Yaşadığımız ülkeyi daha iyi tanımak ve içinde bulunduğumuz coğrafyanın karmaşıklığını kavrayabilmek için -bazı değerlendirmelerine katılmasak bile- Stefanos Yerasimos’un bu kitabını okumanızı öneririm.

Stefanos Yerasimos, (Çev. Şirin Tekeli), Milliyetler ve Sınırlar, İstanbul, 2023.