İktidarlar, iktidarlarını sürdürebilmek için kendi zenginlerini yaratırlar. Ak Parti hükümetleri de, önceki iktidarlar gibi kendi zenginlerini yarattı. Özal dönemine kadar olan iktidarlar kendi zenginlerinin sanayiciler arasından olmasını istemişti. Özal döneminde, ülkenin dışa açılmasıyla Türk inşaat sektörü, yurtdışında ciddi inşaat işleri yapmaya başladı ve ülkemiz yurtdışında inşaat yapan dünyanın yedinci büyük ülkesi haline geldi.
Türk müteahhitler, inşaat işini iyi öğrenmişler; son teknolojiyi de yakalayabilmişlerdi. Yurtdışında inşaat yapmak kârlıydı. Hem işçilik ucuzdu; hem de kaliteli alt yükleniciler oluşmuştu. Yurtdışında ucuz işçi bulamayan inşaat şirketleri, Türkiye’den oralara işçi sevk etmeye başladılar. Bu gelişmeler, yurt içindeki işsizliği de azalttı ve kendi zenginlerini yaratmak için hükümetlere yeni ve kolay bir kapı açtığı için, teşvik edildi. Hatta, hükümetler yurtdışındaki müteahhitlerin zamanında tahsil edemedikleri paraların tahsil edilmesi adına, yollara düştüler.
Bir sorun vardı...
Ancak, bir süre sonra, ekonomik ve politik krizler nedeniyle, yurtdışında iş bulamayan bir çok müteahhit, kendi ülkesi Türkiye’ye dönmeye başladı. Müteahhitlerin elinde büyük ölçüde makine parkı da birikmişti. Hem makine parkının atıl kalmaması, hem alınan kredilerin geri ödenebilmesi, hem de işsizliğin azaltılmasında inşaat sektörünün kullanılması amaçlarıyla, inşaat sektörüne önemli teşvikler verildi. Dünya ekonomik krizi, yabancı yatırımların Türkiye’ye akması ile ekonomisi bozulan ülkelerin ürettikleri mal ve hizmetleri bize daha ucuza satması, sonucunu yarattı. 2000 ekonomik krizimiz sonrası yapılan reformlar, bankacılık sistemimizi güçlendirmiş; buna, bütçe açıklarını azaltan ekonomik politikaların da eklenmesiyle; ülkemiz, yabancıların gözdesi haline gelmişti.
Kolay yol görüldü
Hükümetler, kendi zenginlerini yaratmak için, kolay yolu bulmuştu. Zaten, sürekli çalışması ve yeni yatırımlar yapması gereken, bir inşaat makinesi parkı buluyordu. Alt yüklenicilerin işlerini sürdürmesi ve işsizlikle mücadele de gerekliydi. “Şehir planlaması” bozuk, depremlere dayanıksız inşaatlarla dolu olan Türk kentleri, sağlam ve teknik donanımı yeterli konutlara ihtiyaç duyuyordu. Kentlerin kaldırımları o kadar bozuk, otopark sorunu o kadar büyüktü ki, insanların alışveriş merkezlerine (AVM) rağbeti, kaçınılmaz olmuştu. İstanbul gibi büyük kentlerde, insanların rahat nefes alabilecekleri parklar da kalmamıştı.
Sonuç olarak, alt yapısı hazırlanmadan yüzlerce gökdelen ve AVM inşa edildi. Hükümet yanlısı bakkallara bile özel inşaat izinleri verilerek, kolay yoldan yeni zenginler yaratıldı. Belediyelerin koydukları kuralların ve çevre koruma ile görevli kurumların kararlarının etrafında dolaşmak üzere, belediyelerin hiçbir kararına uyma zorunluluğunda olmayan TOKİ kuruldu. Müteahhitler, belediyelerden inşaat için izin alamadıkları arsalarını, TOKİ’ye götürüyorlar; TOKİ adına inşaat yapıyor ve kârlarının bir bölümünü TOKİ’ye veriyorlardı. Belediyeler de, inşaatçıların metrekare oyununa göz yumarak; Maliye’ye KDV’yi %18 yerine %1 olarak ödemelerine göz yumdular.
Sıkıntılar büyüyor
Ancak, yapılan gayrimenkullerin satılma zorunluluğu vardı. Bu amaçla, gayrimenkul kredileri özendirildi; yabancıların ülkemizde ev almaları teşvik edildi; inşaatçılar gazetelerde sayfa sayfa ilanlar vermeye başladılar. Gazete ve televizyonların reklam gelirlerinin tümü, neredeyse inşaat sektörü reklamlarından oluşuyordu. Bu durum, yıllar önceki “banker krizi” sırasında yapılan, meşhur artistlerin rol aldığı reklam programlarını akla getiriyordu.
Asıl konuya, sonraki yazımda devam edeceğim...