Üç yıllık görev süresi sona eren ve yeni atandığı Afganistan’a gitmek üzere Ankara’dan ayrılmaya hazırlanan ABD’nin Türkiye Büyükelçisi John Bass, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) tarafından yapılan referandumun sonuçlarını kendilerinin de tanımadığını belirterek, “Bölgede yeterince şiddet olduğunu düşünüyoruz ve referanduma tepki olarak buna daha fazla şiddet eklemenin durumu iyileştireceğine inanmıyoruz” dedi.
Milliyet’in sorularını yanıtlayan Bass, IKBY yönetiminin referandumu sonrasında gelinen noktada bir operasyon ihtimali olması halinde ABD’nin tepkisine ilişkin soruya, “ABD hükümetinin, bağımsız bir Irak Kürdistanını desteklemediğini söylemeliyim. Kuzey Suriye’de bir Kürt kuşağını da desteklemedik ve desteklemiyoruz. Yapılan referandumun sonuçlarını meşru olarak tanımıyoruz. Türk ve Bağdat hükümetiyle bu konuda hemfikiriz” yanıtını verdi. Bağdat ve Erbil’deki yetkililerin, bu konuya çözüm bulmak için bir araya gelmelerini önemli bulduklarını belirten Bass, “Bölgede yeterince şiddet olduğunu düşünüyoruz. Referanduma tepki olarak buna daha fazla şiddet eklemenin durumu iyileştireceği ya da farklılıkları çözeceğine ve Türkiye, ABD, Irak ile İran’ın endişelerini gidereceğine
Katalonya’da olup bitenler, bana her şeyden önce bağımsızlık konusunda kafalarımızın ne kadar karışık olduğunu fark ettirdi.
Halklar istedikleri zaman bağımsızlıklarını ilan edebilmeli mi? Yoksa ait oldukları devleti zayıflatacağı için, bu engellenmeli mi? Bağımsızlık isteyen halk Kuzey Irak gibi hemen yanı başımızda olunca, bir anda irkiliyoruz. Ama diğer yandan, İspanya gibi daha uzak bir coğrafyada olunca sanki, “Neden olmasın” moduna geçiyoruz.
Bizlerdeki bu muğlaklık zaten uluslararası hukuka da bire bir yansımış. Birleşmiş Milletler (BM) Anlaşması’nda halklara “kendi kaderini tayin hakkı” tanınıyor tanınmasına. Ama aynı BM Anlaşması, “ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı” ilkesini de savunuyor. Birçok hukukçu da bunu ciddi bir çelişki olarak yorumluyor.
*
Son zamanlarda üst üste gelen bağımsızlık tartışmaları bir çelişkiyi daha ortaya çıkarıyor: Bir yandan terör, mülteci meselesi gibi günümüzün en büyük sorunları çözüm için ülkeleri birbirine yaklaştırıyor. Ama buna rağmen devletler birbirinden daha da ayrışıyor. Ve milliyetçilik iyice körükleniyor. Yerel, kültürel kimlikler de hiç olmadığı kadar öne çıkıyor.
Katalanlar ne istiyor?
Katalonya da bunun en güzel örneği.
1. ve 2. Körfez Sava- şı’nın ruhu sanki hâlâ aramızda. 91 ve 2003’teki Irak müdahaleleri sırasında alevlenen tezkere tartışması bugün yeniden canlanmış durumda. Buna vesile olan da Kuzey Irak’ta yapılan bağımsızlık referandumu.
Şimdi sorulan şu: Türkiye geçmişte Kuzey Irak’ta daha aktif olsaydı, bu gidişatı engelleyebilir miydi?
1. ve 2. Körfez Savaşı
Malum, 1. Körfez Savaşı’ndan, yani ABD’nin Irak’a müdahalesinden sonra Kuzey Irak’ta Kürtlerin alanı iyice genişledi. 2003’teki 2. Körfez Savaşı da bu özerk yapıyı pekiştirdi.
Bizdeki tezkere tartışmaları ise özetle şöyle gelişti: 91’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dı. 2003’te ise seçimleri henüz kazanan AK Parti’nin lideri, o dönem yasaklı olan Tayyip Erdoğan’dı. İki lider de tezkerenin hararetli savunucusu oldu. Ancak hem kendi partilerinden, hem diğer partilerden ciddi bir muhalefetle karşılaştılar.
Özal zamanında tezkere geçti geçmesine ama onun istediği şekilde değil. Kapsamı daraltılarak, askere sadece meşru müdafaa hakkı verildi. Ve Türkiye Kuzey Irak’a son derece sınırlı müdahil olabildi. 2003’te ise “1 Mart tezkeresi” Erdoğan’ın çabalarına rağmen geçemedi.
İşte şimdi de “Eğer bu iki savaşta da Türk askeri bölgeye girseydi, Kürtler
Almanya’da pazar günü yapılan seçimlerde beklenen oldu. Geçtiğimiz aylarda Hollanda ve Fransa seçimlerinde olduğu gibi, aşırı sağcı parti seçimin öne çıkan galibi. 2. Dünya Savaşı karanlığından bu yana ilk kez ırkçılar Alman Meclisi’ne girebildi.
Diğer yandan, yerleşik merkez partileri tarihi bir düşüş yaşadılar. Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU/CSU) lideri Merkel en çok oyu aldı almasına... Ama partisi aynı zamanda bugüne kadarki en kötü 2. seçim sonucunu gördü. Ve neredeyse 1 milyon seçmenini aşırı sağcı “Almanya İçin Alternatif” partisine (AfD) kaptırdı. Aynı şey Merkel’in eski koalisyon ortağı Sosyal Demokratlar’ın da (SPD) başına geldi. Dahası, onlar da bugüne kadarki en kötü sonuçlarını aldılar.
Şimdi bu tablo Türkiye’de genelde şöyle okunuyor: “Merkel bu ırkçı ortamda daha da sağa kayacaktır. Yani göçmenlere, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilere ve Türkiye’ye karşı daha da sertleşecektir.” Ben ise tam aksini bekliyorum.
Merkel’den geri adım
Merkel seçim kampanyası boyunca yabancı düşmanlığını körükleyecek söylemlerde bulundu ve Türkiye’ye de bol bol vurdu. Ama sonuçta şunu gördü: Aşırı sağ o kadar aşırılaştı ki, Merkel o uca ne kadar oynarsa oynasın, ırkçı seçmeni
Dünya lider- lerinin evvelsi günkü ve bir yıl önceki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptıkları konuşmalara bakınca apaçık ortaya çıkıyor: Sadece 1 yıl içinde bölgede dengelerin baş döndürücü bir hızla değiştiği.
***
Bu süper hızlı değişimin başlıca iki sebebinden biri, Irak ve Suriye’de DEAŞ’la mücadelenin sonuna gelinmiş olması. Yani bu iki ülkedeki güç dağılımının artık belirginleşmesi. 2. sebep ise, ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın selefi Obama’nın dünya sistemine kazandırdığı İran’ı tekrar sistem dışına itme çabası.
Ki zaten bu da Irak ve Suriye savaşlarının bitişinden bağımsız değil. Zira İran bu savaşlar sayesinde hem Irak, hem Suriye’de nüfuzunu hızla artırdı. Bu da yeni ABD Başkanı’nın dikkatini İran’a çevirmesine yol açtı.
Kısacası, Irak ve Suriye savaşlarının bitişi, bölge güçleri ve bölgede at koşturan dünya güçleri arasında kartları sil baştan dağıttı.
Irak-Suriye bölünürken
Batılı liderler bundan daha bir yıl önce BM kürsüsünden Esad’a ateş püskürüyordu. Bugün Esad’dan bahseden neredeyse olmadığı gibi, Fransa lideri Macron’un evvelsi gün BM konuşması öncesi ortaya koyduğu “Valla bu konuda Suriye halkı karar verir” moduna geçen çok. Zaten ABD’nin Esad’a karşı savaşan
Kuzey Irak’ın bağımsızlık referandumu tartışması, aslında bir gebeliğin son anları gibi. Doğum sancısı henüz başlamış, Kürtlerin yüzyıllık bağımsızlık hayali ufukta belirmiş durumda.
Kürt özerkliği, 20. yüzyılın son on yılından itibaren Irak’ta iyice şekillendi. DEAŞ’la mücadele gerekçesi de hem Irak hem Suriye’de iki farklı Kürt yapılanmasını pekiştirdi. Bu günlerde işte bu yüzyıllık süreçte yeni bir evreye giriyoruz. DEAŞ sonrası Irak ve Suriye bölünmenin eşiğindeyken, Kürtler de bu pastadan paylarını alıyor.
Şimdi sorulan sorular ise şu: Bağımsızlık nasıl? Ve ne zaman?
Ertelenir mi?
Bağdat ve Erbil’de konuştuğum üst düzey kaynaklarıma göre, 25 Eylül’de planlanan referandumun ertelenme ihtimali hâlâ yüksek. Şöyle ki: Malum, ABD, İngiltere ve Birleşmiş Milletler (BM), Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani’ye bir teklif sundular. Bu öneride, Bağdat’la BM gözetiminde bir müzakere sürecine başlamasını teşvik ediyorlar.
Ancak Barzani’nin, bu teklifte somut hiçbir şey olmadığından ve hiçbir güvence verilmediğinden yakındığı söyleniyor. IKBY lideri bu öneriyi ancak şu şartlarda kabul edecektir: Abadi liderliğindeki Bağdat hükümeti, Barzani’nin yıllardır
“Çocuklar anne babalarını, ülkeler de bulundukları coğrafyayı seçemez” demişti İsrail’in eski Başbakanı Ehud Barak bundan tam 3 yıl önce, Haziran 2014’te.
Mavi Marmara baskını sırasında Savunma Bakanı olan Barak’la Tel Aviv’deki evinde görüşmüştük. Bu cümleyi, bölgemizin gerçeklerini kabul etmekten başka çaremiz olmadığını vurgulamak için söylemişti. Özellikle de Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerini kastederek. Türkiye, İsrail ve Kürtlerin de Ortadoğu’daki sorunlara karşı iş birliği yapmaları gerektiğini vurgulamıştı.
3 yıl sonra bugün İsrail’den benzer açıklamalar geliyor. Başbakan Netanyahu, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) 25 Eylül’de yapılması planlanan bağımsızlık referandumunu desteklediğini açıkça söylüyor. ABD de aslında aynı şekilde. Sadece referandumun zamanlamasına karşı çıkıyor.
Sadece kuzey Irak değil, kuzey Suriye’deki Kürt oluşumu da bağımsızlık yoluna girmiş durumda. Suriye’nin şu anda yüzde 15’i PKK bağlantılı YPG’nin kontrolünde. DEAŞ’a karşı savaştıkları gerekçesiyle ABD’den aldıkları destekle, topraklarını gitgide genişletiyorlar. ABD de bu bölgede art arda üsler kuruyor. Rusya deseniz, o da kuzeybatı Suriye’deki YPG varlığına kol kanat geriyor. Zira Kürt
Trump’ın akıbeti üzerine en son mayıs ayında yazmıştım. Türkiye’deki uzmanlarla ve ABD’deki kaynaklarımla konuşup şu sonuca varmıştım: “ABD’de 2018’de yapılacak ara seçimden önce Trump’ın azledilme ihtimali çok düşük. Ama seçim sonrasında bu, ciddi bir ihtimal.”
Aradan geçen 4 ayda durum daha da vahimleşmiş görünüyor. Zira Trump’ın hem seçim sonrasında başkanlıktan alınma ihtimali çok daha arttı. Hem de seçimden önce istifa etme ihtimali yok değil.
Her şeyden önce, FBI’ın Trump’ın Rusya’yla ilişkileriyle ilgili yürüttüğü soruşturma gitgide derinleşiyor. Soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Savcı Robert Mueller, geçtiğimiz ay bir tahkikat heyeti, yani büyük jüri topladı. Delil toplamak ve tanık dinlemek üzere. Bu da konunun üzerine çok daha kararlı gitmeye başladığını gösteriyor. Dahası, elinde ciddi bir kanıt olmasa Mueller soruşturmayı bu boyuta taşıyamazdı. En önemlisi ise, yarın öbür gün Trump Mueller’ı da bir şekilde görevinden uzaklaştırsa bile, soruşturma bu jüri üzerinden devam edecek.
Diğer yandan, soruşturmanın kapsamı da gitgide genişliyor. Trump’ın oğlundan sonra, şimdi de Beyaz Saray’daki en yakın çalışma ekibinden üç kişinin tanık olarak dinleneceği açıklandı.
Kamuoyu