“Kalmalı mıyım, yoksa gitmeli mi?” (Should I stay or should I go?)
Bu günlerde Almanya Başbakanı Merkel’in durumunu en iyi anlatan, ünlü rock grubu Clash’in bu şarkı sözleri. Parçanın devamı ise, Başbakan’ın hislerine tam anlamıyla tercüme: “Eğer gidersem bela çıkacak. Kalırsam ise, bu iki katı olacak!”
***
Peki, Merkel bu perişanlığa nasıl düştü? Malum, liderliğini yaptığı Hıristiyan Demokratlar (CDU/CSU) iki hafta arayla Bavyera ve Hessen’deki eyelet seçimlerini kaybetti. Bu, 1950’den beri partinin yaşadığı en büyük hezimet. Zaten Merkel Eylül 2017’de yapılan genel seçimlerden sonra da şubat ayına kadar koalisyon kuramamış, yani eli çoktan zayıflamıştı.
İşte bu son yenilgi üzerine de 18 yıldır parti başkanı, 13 yıldır da Almanya Başbakanı olan Merkel çıktı ve dedi ki: “CDU’nun başkanlığını bırakıyorum. 2021’deki seçimlerde de başbakan adayı olmayacağım.” Şimdi bu ne demek? Ve bundan sonra ne olacak?
***
Önce CDU’nun akıbetinden başlayalım. Aralık başındaki parti kongresinde Merkel’in yerine yeni lider seçilecek. Şu anki adaylar arasında en güçlü görünen ise, partinin tutucu kanadından Friedrich Merz. Merz, Merkel’e karşı çok daha muhafazakâr. Ancak tüm bunların ötesinde, Almanya’da
Cumartesi günü dünyanın tüm haber kanalları İstanbul’a odaklanmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya, Almanya ve Fransa liderlerini Suriye’ye çözüm bulmak için İstanbul’da toplamıştı. Peki ama neden özellikle bu dört ülke bir araya geldi? ABD ve İran neden burada değildi?
İki ilk
Suriye için yürütülen iki ayrı süreç var. Biri, ABD liderliğindeki Cenevre görüşmeleri. Ki Şam rejimi ve Suriyeli muhalifler de buna dahiller. Bir de buna paralel olarak Türkiye-Rusya-İran arasında yürüyen “Astana süreci”. Ankara-Moskova’nın ikili görüşmeleri ise ayrı bir hatta devam ediyor.
En son yapılan İdlib mutabakatı da zaten bu çerçevede.
İstanbul zirvesi ise, Erdoğan’ın insiyatifiyle ortaya çıkan yeni bir oluşum. Tüm bunlara bakınca, Suriye konusunda uluslararası alanda en aktif diplomasi yürüten ülkenin Türkiye olduğu açıkça görülüyor.
Bu zirveyi asıl ilginç kılan ise şu: Erdoğan Rusya ile görüşmelerine Avrupa ülkelerini katarak ilk kez bu iki ayrı hattı birleştirmiş oldu. Avrupa ülkeleri de ilk kez ABD olmadan Suriye masasına oturdu.
Yani iki “ilk” bir arada...
Ortak paydalar
"Kapitalizm aslında kötü bir şey değil. İnsanlardaki yeteneklerin, vasıfların ortaya çıkmasını sağlayan bir araç. Ama kapitalizmin vicdanlı olması lazım. Vicdanını kaybeden kapitalizm, beraberinde felaket getirir. Bugün protesto edilen de zaten kapitalizm değil. Vicdanını kaybetmiş kapitalizm..."
Bunu 2011’de gazetemize söyleyen, Pepsi’nin Dünya Başkanı Indra Nooyi’di. Bugün onunla aynı şeyi söyleyen çok kişi var iş dünyasında. Gelir dağılımı adaletsizliği ve fırsat eşitsizliği arttıkça, devletler ve kamu kuruluşları eksikleri gidermeye yetişemiyor. Bu yüzden de birçok iş insanı karşı karşıya olduğumuz sorunlar için kendine vicdani, insani ve sosyal bir görev yüklüyor. Ki buna ekonomi dünyası “vicdanlı kapitalizm” (conscious capitalism) diyor.
Özel sektörün elini taşın altına koyması gerçekten hayati önemde. Çünkü her şeyden önce iş dünyası devlete göre- daha hızlı düşünebiliyor ve çok daha hızlı hareket edebiliyor. Bu yüzden toplumdaki eksikliklerin giderilmesine, sorunların çözülmesine iş insanları kesinlikle liderlik etmeli.
***
Çok şükür ki geçtiğimiz günlerde yine böyle bir liderliğe şahit oldum. Sadettin Saran, 2000 yılından bu yana her yıl Anadolu’nun farklı noktalarında bir
"Göç krizi" aslında Batılıların tamamen kafasında yarattığı bir şey. Bunu İtalya’da temmuzda yapılan bir anket ortaya koyuyor. Ipsos Mori’nin araştırmasına göre: İtalyanlar, nüfuslarının yüzde 30’unun mültecilerden oluştuğunu düşünüyor. Oysaki nüfusun sadece yüzde 8’ini oluşturuyorlar!
Bu yanlış algının tüm Avrupa’ya hâkim olduğu bulunmuş. Aynı ankete göre, Almanlar mültecilerin yüzde 40’ının işsiz olduğuna inanıyor. Gerçek rakam ise sadece yüzde 8.
***
Bu da şunu gösteriyor: Göç konusunda gerçeklerle algı arasındaki uçurum muazzam. Çünkü siyasiler toplumun “öteki”ne karşı duyduğu korkuyu kullanarak popülist bir dil kullanıyor. Onlar ve medya bu dili kullandıkça da halk içindeki “kriz” algısı daha da artıyor. Bu sarmal da tüm dünyayı siyasi olarak dönüştürüyor.
En son geçen hafta Almanya’nın Bavyera eyaletinde yapılan seçimlerden, Şansölye Merkel’in koltuğunu sallayabilecek bir sonuç çıktı. Merkel’in kardeş partisi Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU), oylarını aşırı sağa kaptırdı. Böylelikle 1954’ten bu yana ilk kez hükümeti kuramayacak kadar zayıfladı. İngiltere’yi AB’den çıkaran Brexit de bunun sonucu değil mi? Mayısta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri için de şimdiden
"Göç, insanlık tarihi kadar eski... İlk insandan bu yana göç hep oldu." Bu cümleyi sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın bugün karşı karşıya olduğu en önemli soruna, göçe çözüm arayan iki kişi arka arkaya söyledi dün.
Söyleyenlerden biri 2014’ten beri Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı olan eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin. Diğeri ise Frederick Kempe, ABD’nin en köklü düşünce kuruluşu olan Atlantik Konseyi’nin (AC) Başkanı. Yani Amerikan siyaseti üzerinde son derece etkili bir kurumu yönetiyor. İşte bu iki güçlü ismi ve kurumu bir araya getiren de göç oldu.
***
Atlantik Konseyi’nin hazırladığı “Suriyeli Mültecilerle Uzun Vadeli Dayanışma Yolunda” başlıklı rapor, mülteci meselesini Türkiye üzerinden ele alıyor. Çünkü Türkiye dünyanın hem 2014’ten beri en fazla mülteci ağırlayan hem de mülteci politikasında en başarılı bulunan ülkesi. İşte bu politikanın en iyi meyvesi ve örneği de Antep şehri olduğu için, Fatma Şahin’in “Antep modeli” raporda geniş yer bulmuş. Bu çalışmayla amaçlanan ise Türkiye’nin mülteci yükünü artık tüm dünyaya duyurmak, daha fazla yardım çekmek ve sorunlara hızla çözüm bulmak.
Rakamlarla mülteciler
Mültecilerle ilgili rakamlar o kadar güçlü ki
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’na girdikten sonra ortadan kaybolması ve katledildiği iddiaları... Bu belirsizliğe dair sayısız senaryo ortalıkta dolaşırken, Ankara bana kalırsa çok akllıca bir strateji güdüyor.
Evvelki gün Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Suudi Arabistan’ın teklifi üzerine olayın aydınlatılması için ortak çalışma grubu kurulacağını açıkladı. Bu serinkanlı hamle hem soruşturmayı tek taraflı yürütmediğimizi ve iş birliğine açık olduğumuzu tüm dünyaya gösteriyor. Hem Suudi tarafını iş birliğine mecbur bırakıyor. Onların ve ABD’nin elinden bize karşı kullana- bilecekleri “Türkiye koordinasyona kapalı, biz ne yapalım” kozunu alıyor. Bizi töhmet altında kalmaktan kurtarıyor.
Bununla birlikte işin kokusunun kendiliğinden ortaya çıkması için de uygun ortamı yaratıyor. Çünkü iş birliği yapmadıkları takdirde bu hadisenin üstünü kapatmaya çalıştıklarına, olayın çok daha karmaşık olduğuna ve hatta başka istihbarat örgütlerinin dahil olduğuna dair kötü kokular çıkmaya başlayacaktır.
Kimi rahatsız ettiğine dikkat!
“Düşmanını yakınında tutacaksın” diye boşuna dememişler. Bir devleti büyük yapan unsurların başında bunu başarabilmek
İsrail’le normalleşme yine, yeniden gündemimizde. 3 hafta önce İsrail basınında çıkan şu haber bunun işaret fişeğini yakmıştı: “Türkiye ve İsrail’in büyükelçileri, Yahudi bayramından sonra görevlerine geri dönecekler.”
Bu bomba haberi patlatan, İsrail’in en deneyimli ve güvenilir diplomasi muhabirlerinden Itamar Eichner. Yedioth Ahronot gazetesindeki bu haberi İsrail’de çok ses getirse de, bizde gözlerden kaçtı. Ki Yahudi bayramı bir hafta önce çarşamba günü sona erdi!
Motivasyon eksikliği
İki ülkenin büyükelçileri ve Kudüs’teki başkonsolosumuz, geçtiğimiz mayıs ortasında yaşanan kriz nedeniyle kendi ülkelerine geri dönmüşlerdi. Sebebi de, ABD’nin Kudüs’te büyükelçilik açmasını protesto eden Gazze sınırındaki göstericilere İsrail askerlerinin ateş açmasıydı. 60 Filistinli hayatını kaybetmiş, 3 bin Filistinli yaralanmıştı.
Bu haber işte bu yüzden şaşırtıcı. Ancak bu gelişmeye asıl “bomba” değeri katan, şu anda iki ülke arasında ilişkilerin düzelmesi için hiçbir sebep olmaması! Bir yandan İsrail Başbakanı Netanyahu Trump’ın “koşulsuz sevgisini” arkasına alıp, Filistin konusunda gitgide daha da şahinleşiyor. Bir yandan da 2019 baharında yapılacak genel seçimlere oynayarak Cumhurbaşkanı
"Zamanlama hayatta her şeydir. İdlib’deki çok tehlikeli bir andı. Bir tarafta 3 milyon insan, bir tarafta 10 bin terörist... Türkiye ve Rusya sayesinde büyük bir faciadan dönüldü. Uluslararası toplumun bu iki ülke arasındaki müzakereleri desteklemesi şart.”
Bu sözler ne Türk ne de Rus bir yetkilinin ağzından çıktı. Söyleyen, Birleşmiş Milletler’in (BM) Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura. 2014’ten beri bu görevi yürüten Mistura, Cenevre süreci dâhil Suriye’ye çözüm bulmak için yapılan tüm uluslararası toplantılara başkanlık ediyor.
Mistura, TRT’nin İngilizce yayın yapan TRT World kanalının düzenlediği uluslararası forum için bu hafta İstanbul’daydı. Tüm dünyadan son derece üst düzeyde, seçkin bir katılımcı topluluğuna konuşurken, şu an Suriye’de çözüm için “en doğru zaman” olduğunu defalarca vurguladı. Bunu da sahadaki aktörlerin savaşmaktan yorulmuş olmasına bağladı.
***
Öğle yemeğinde baş başa sohbet etme imkânı bulduğum Mistura’ya, “Peki ya dış güçler? Onlar da savaşmaktan bıktı mı? ABD, Rusya ve İran Suriye’den çıkmadan çözüm nasıl gelecek?” diye sorduğumda, ilginç bir yanıt aldım. “Evet, onlar da bıktılar. Rusya bir an önce Suriye’den askeri olarak çekilmek istiyor, çünkü