Yoğunlukla gelen soru alanlarından bir tanesi de ilişkilerin başlama süreciyle ilgili. “Bir şey oluyor ve ne olduğunu bilmiyorum, ilişki bitiyor.”, “İlişkiye başlayamıyorum.”, “Bir an her şey yolunda gidiyor, sonra bir an geliyor ilişki tepetaklak olmuş ve bitmiş. Hiçbir şey anlamıyorum.”
Gerçekten de bir şey oluyor o arada. Bize o kadar yakın, o kadar bizden ki, biz ne olduğunu farketmiyoruz tabii o arada fakat şemalarımız aktive olmuş oluyor ve biz farketmeden, bize çok da doğal gelen bir şeyler yaptırıyor ya da söyletiyor.
İlk devreye girenlerden birisi reddedilme korkusu. Bu, elbette kuracağımız ilişkileri fakirleştiren, bizi harekete geçmekten alıkoyan, reddedildiği anda içeriden cezalandırıcı bir sesin geleceğine emin olduğu için olduğumuz yerde durmamıza sebep olan bir şema. İçerisinde utanç duygusunu da barındırıyor. “Reddedilip kendini rezil edeceğine otur oturduğun yerde.” diyen bu ses bize çokça fırsat kaçırtıp beraberinde de pişmanlık getiriyor.
Bir diğer sebep ise aceleci davranıyor olmamız. Bu, genellikle kuşkuculuk şeması ile örtüşmektedir. Karşımızdaki kişiyle ilişkinin seyrinde doygunluğu yaşayarak ilerlemektense diğerinin niyetini anlamaya çalışıyor,
Eminim çoğu kişi hep benzer insanlarla beraber olduğunu, benzer bir şekilde ilişkiye başladığını, benzer süreçlerden geçerek benzer sorunlar yaşadığını ve böylece ilişkilerinin hiç istemese de benzer şekilde sonlandığını hayatının bir döneminde aklından geçirmiştir.
Peki neden böyle oluyor?
Öncelikle doğumumuzla beraber getirdiğimiz, genel duygusal yapımızı oluşturan, olaylara nasıl tepki verdiğimizi belirleyen mizacımız tutumlarımızı etkilemektedir. Bunun dışında çevreden maruz kaldığımız, erken çocukluk dönemi yaşantılarının da bugün yaşadığımız ilişkiler üzerinde etkisi bulunmaktadır. Bu erken çocukluk dönemi yaşantılarının en önemlisini de aile deneyimlerimizden ediniriz.
Örneğin dayanıksızlık şeması olan bir bireyi düşünelim. Bu şema öncelikle aynı şemaya sahip bir ebeveyn tarafından çocuğa farketmeden öğretilmiştir. Hastalıklara karşı kaygı, güvenlik konusunda abartılmış bir tehdit algısı, kontrolü kaybetmekten korkmak gibi alanlarda ortaya çıkmış olabilir. Bu tür ebeveynler, dolayısı ile çocuklarına karşı aşırı koruyucu olma eğilimindelerdir. Aşırı koruyucu tavır ise çocuğa hayatın günlük, olağan akışı ile başedemeyecek kadar güçsüz ya da yeterli kaynaklara sahip
Pek çoğumuzun düşüncesi öfkenin kötü, negatif, istenmeyen bir duygu olduğu yönündedir. Bastırmaya, başka bir yöne çevirmeye ya da başka davranışlarla maskelemeye çalışırız. Öfke, bizi düşünmeden hareket ettirebilir, kendimizi istemediğimiz durumlar içinde bulmamıza neden olabilir. Öfke; kendimizi yıkıcı, kendimize zarar verici davranışlarda bulunduğumuzda istenmeyen bir duygudur.
Öfkeyi bastırmanın doğru olduğu bilgisi de bilinen en yaygın yanlışlardan biridir. Esasında öfke bastırıldığında, yokmuş gibi davranıldığında ve ifade edilmediğinde fiziksel sağlığımızı etkilemeye ve psikosomatik dediğimiz psikolojik gerginliğe bağlı fiziksel belirtiler (yorgunluk, baş ağrısı, vb.) ortaya çıkarmaya başlamaktadır.
Aristoteles de bundan bin yıllar önce öfkenin kolayca deneyimlenebilir olduğunu ama “… doğru insana, doğru derecede, doğru zamanda, doğru amaç için, doğru bir şekilde öfkelenme”nin zor olacağını vurgulamıştır. Kronik, düşmancıl, saldırgan, bastırılmış öfke zararlı iken kontrollü ve doğru koşullar altında öfke, bize oldukça yardımcı olan bir duygudur esasında.
Diğer tüm duygular gibi öfkeyi de yorumlamanın ve kullanmanın çok çeşitli yolları var! Evet, öfkeyi doğru
Özyeterlilik, kendi davranışsal standartlarımıza ve hedeflerimize ne kadar ulaştığımız olarak tanımlanabilir. Kendi standartlarına ulaşan, yani kendisini yeterli hisseden bireyler kendi hayatları üzerinde etkili, yetkin, yeterli becerilere sahip olduğuna inanan bireylerdir.
Kendi hayatımız üzerinde kontrolümüz olduğu algımız ne kadar gelişmişse o kadar kendi isteklerimize, kontrol gücümüze ve irademize inanır, kendimizi güvende hissederiz. Güvende hissetmek aslında öngörülebilirlikle alakalıdır; kendi davranışlarımızın sonuçları etkileyeceğine inandığımız ölçüde bir sonraki adımın ne olacağını biliriz. Yani bilmek, güvende hissettirir. Böylece bir sonraki adıma daha adaptif bir şekilde hazır olabiliriz.
Peki bazı bireyler kendilerini çok daha yeterli hissederken neden bazıları çok daha düşük hissediyor özyeterliliğini? Bunu etkileyen dört faktör sıralayabiliriz:
Performans: Önceki başarılarınız bir konu üzerindeki yetkinliğinizi, becerilerinizi, güçlü ve zayıf yanlarınızı belirlemektedir. Aynı zamanda bir görev üzerinde çalışılırken dışarıdan (bu sizi değerledirecek bir öğretmen ya da sizin yetkin gördüğünüz biri olabilir) aldığınız pozitif geribildirimler de kendinizle
Panik atağı son yıllarda sıklıkla rastladığımız, üzerine çok konuşulan, psikiyatri ve psikolojiye başlıca başvuru sebeplerinden biridir. Panik atağı başlı başına bir ruhsal rahatsızlık değildir. Panik atağını iki şekilde ele alabiliriz;
1. Panik bozukluğu tanılamak için bir kriter
2. Panik bozukluğu dışında kalan diğer ruhsal rahatsızlıklar için belirleyici bir faktör
Bunları incelemeden önce, panik atağının ne olduğunu tanımlayalım. Çok kısa sürede çok yoğunlaşan, doruğa ulaşan fiziksel belirtilerin yaşantısıdır. Bu fiziksel belirtiler arasında titreme, terleme, kalbin çok hızlı atması ya da kalpte çarpıntı, boğuluyor gibi olma, nefes daralması ya da nefes alamıyor gibi hissetme, göğüste ağrı, sıkışma ya da baskı, bulantı, baş dönmesi, bayılacak gibi olma, ateş basması, uyuşma, kendinden ve bulunulan ortamdan kopma, kontrolü kaybetme, çıldırma ve ölüm korkusu vardır. Bu belirtilerden en az dördünün olduğu ve aniden ortaya çıkan yoğun derecede korku, kaygı ya da iç sıkıntısının eşlik ettiği durumlarda kişinin “panik atağı” geçirdiğini söyleyebiliriz.
Peki panik bozukluğu nedir? Yukarıda bahsettiğimiz panik ataklarının tekrarlayan bir şekilde ve beklenmedik
Belki de en yaygın rastladığım başvuru şikayetlerinden biri de sürekli erteleme, işleri yetiştirememe ve zaman yönetimi yapamama. Bunun başka bir ortaya çıkış biçimi ise planı ve organizasyonu en ince ayrıntısına kadar yapıp son anda vazgeçme, televizyonun karşısına geçip Survivor izlemeye karar verme. Peki neden yapıyoruz bunu? Defalarca deneyimlemiş olmamıza, sonuçlarından da memnun kalmamamıza rağmen son anda işleri yetiştirmeye çalışırken stres seviyemizin en üst seviyelere çıkmasına, işleri istediğimiz gibi yapamamamıza hatta belki eksik yapmamıza, belki yapacaklarımızdan vazgeçmemize neden izin veriyoruz? Neden kendi kendimizi sabote ediyoruz?
Bunun için birkaç neden sıralayabiliriz, eminim içlerinden herkesin kendinden parça bulacağı bir kısım olacaktır. Öncelikle önem verdiğimiz işleri en doğru ve yeterli şekilde yapmak, hayatımızdaki değer verdiğimiz, önemli kişilerin onayını almak ve sevgilerini bu yolla kazanmak isteği sonucu kendimize söylediğimiz cümle “Ne olursa olsun bunu yapmalıyım, yapmak zorundayım, başka yolu yok!” olacaktır ve bu cümle de üzerimizde büyük bir baskı ve kaygı yaratacaktır. Zorunluluklar, ya da dayatma da diyebiliriz, isteklerimize
Günlük hayatımızda sıkça kullandığımız asosyal ve antisosyal kelimelerinin genellikle eş anlamlı olarak kullanıldığını duyuyorum. Hatta çoğu zaman bu iki kavramın yanlış anlamlarıyla, bazen birbirlerinin yerine kullanıldığını farkettim. Oysa asosyal ve antisosyal birbirinden çok uzak kavramlardır. Gelin bu iki kavram arasındaki farka bakalım:
Asosyal aslında çoğu kişinin kullanmaya çalıştığı anlamıyla sosyal olmayan bireyleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Asosyal bireyler genellikle durumlarından memnunlardır, daha az insanla temasta olmak onların tercihidir diyebiliriz. Çok kişiyle iletişimde olmayıp bu durumdan memnun da olmayan bireyleri çekingen olarak tanımlayabiliriz. Bu bireyler yargılanacaklarından, kabul görmeyeceklerinden, istenmeyeceklerinden ya da reddedileceklerinden duydukları kaygı ile isteseler dahi sosyal ortamlara çok fazla katılım gösteremezler. Bunun bir başka sebebi de gelişmemiş iletişim becerilerinden dolayı olası beceriksizliklerinden duydukları kaygıdır.
Antisosyal (Toplumdışı) ya da diğer bir yaygın kullanım ismi ile psikopat ise en kısa tanımıyla başkalarının haklarını umursamayan, başkasına zarar vereceğini bilse dahi kendi çıkarı için yalan
Çevrenizde çok mutlu görünen, her gün gülücükler saçan, neşeli insanlar mutlaka vardır. Peki zaman zaman ne kadar mutlu diye imrenerek baktığınız bu kişilerin de aslında depresyonda olabileceğini biliyor muydunuz? Evet, bu neşeli, gülen, günlük işlerini çok planlı bir şekilde halleden arkadaşınız, komşunuz, iş ortağınız, patronunuz da depresyonda olabilir, üstelik bu durumun kendisi dahi farkında olmayabilir!
Bu gülümseme, kahkahalar, espriler aslında gerçekte yaşanan duyguları saklamak için bir maskedir. Bu bireyler duygularını ya önemsemez ya da yaşadıkları zorlukları dışarıya göstermeme, güçlü bir imaj çizme adına kabul etmezler.
Bunun sebebi herhangi bir ilişkinin bitişi, aile içi dinamiklerde yaşanan uyumsuzluklar, mesleki zorluklar, hayatta bir amaç belirleyememe ve bunların tekrarlayan bir döngüde devam etmesi olabilir. Bunlar günlük hayat ile o kadar bütünleşmiş olabilir ki kişinin kendisi dahi bunun farkına varmayabilir. Hayattan zevk alamama, keyif veren aktiviteleri yapmak istememe, yapılan günlük aktiviteleri anlamlandıramama hatta bir nevi robot gibi yapma, zorunlu işler haricinde motive olamama, bir şeylerin yolunda gitmediğine dair güçlü bir his maskeli