Katledilen, işkence yapılan, tecavüze uğrayan, sözüm ona barınak! denilen yerlerde aç susuz bırakılan hayvanlarla ilgili haberleri duyup, okudukça “Yeter artık çıksın’ diye isyan ettiğimiz yasa teklifi nihayet TBMM Başkanlığı’na verildi. Komisyon aşamasının ardından da genel kurulda oylanacak ve büyük olasılıkla da Meclis tatile girmeden çıkacak. Yani söze geldi mi başta siyasiler olmak üzere hemen herkesin toplumsal yaşamın vazgeçilmez paydaşı ya da biz insanlara emanet diye cafcaflı vurgularla tanımladığı hayvanlara eziyet, işkence son bulacak. Ki bu, yasa teklifinin “genel gerekçeler” bölümünün son paragrafındaki şu satırlarla çok net kayıt altına alınıyor:
“Hayvanları Koruma Kanunu’nun 17 yıllık uygulamasında bugüne kadar karşılaşılan sorunların çözümlenmesi, bir can ve dost olarak kabul ettiğimiz hayvanların daha etkin bir şekilde korunması amacıyla bu kanun teklifi hazırlanmıştır.”
Yani hayvanların yaşam haklarını güvence altına alan, halen yürürlükteki mevcut 5199 sayılı yasadaki eksikler, yetersizlikler giderildi, çok daha kapsamlı bir koruma kalkanı hazırlandı. Bunlar gerçekten de toplumun beklentilerine, hissiyatına dokunan tespitler ancak aslolan uygulamadaki gerçekliği. Çünkü evet, dinlediğim ve satır satır okuduğum yasa teklifinde özellikle hayvanların mal değil can statüsüne kavuşmaları çok önemli. Eziyet, tecavüz, katletme gibi sapıklıkların kabahat değil, hapis yolu açan suçlar kapsamına alınması alkışlanacak cinsten. Yine belediyelere hayvan bakımevleri zorunluluğu, hatta hastane düşünceleri ve bunların denetleneceği sözleri çok yerinde çünkü belediyelerin bu işleri ne kadar yarım yamalak yaptıkları ortada. Hayvanların kullanıldığı kara ve su sirkleri ile yunus parklarının kurulması yasaklanması da budur denilecek nitelikte. Her ne kadar kesin ve nasıl olacağı tam belirtilmemekle beraber, sözü edilen kısırlaştırma seferberliği de en doğru adımlardan biri. Hatta en önemlisi.
Tabii bunlar yasa teklifinin can dostlarımız açısından oldukça olumlu gelişmeler ancak bunun bir de “ama”lar boyutu var. Özellikle de köpek başta olmak üzere sokak hayvanlarının yaşam alanları ve beslenme durumları açısından. Çünkü teklifte kısırlaştırma ya da rehabilite etme amacıyla alınan hayvanların tedavileri sonrasında öncelikle alındıkları yere bırakılmaları vurgusu var. Aynen 5199 sayılı yasada olduğu gibi. Yani bakıldığında eskisiyle pek fark yok havasında ama Hayvanları Koruma Kurtarma ve Yaşatma Derneği (Haykurder) Başkanı Erman Paçalı’ya göre durum hiç de öyle değil. Özellikle de hem belediyelere verilen Doğal Yaşam Parkı kurma yetkisi hem de uygulama detaylarının yönetmeliklerle belirleneceği vurguları dikkate alındığında. Paçalı, endişelerini şöyle dile getiriyor:
“Evet, teklifte 5199 sayılı yasada olduğu gibi ‘Sokak hayvanlarının tedavileri sonrası öncelikle alındıkları yere bırakılmaları esastır’ deniliyor ama 5199 sayılı yasanın bir de maddenin ne şekilde uygulanacağını anlatan uygulama yönetmeliği var ve orada zorunluluk olarak tanımlanıyor. Hatta bununla ilgili bakanlık genelge de yayımlamıştı. Bunda da hayvanın alındığı ortamdan kasıt, alındığı sokaktır demişti. Çünkü bazı belediyeler alındığı ortamdan kastı ilçe sınırları, kimisi mahalle sınırları olduğunu söylüyordu. Şimdi uygulama yönetmeliği de ortadan kalkacağı ve bu kanunsal düzenlemeyle yeni bir uygulama yönetmeliğine gidileceği için bu risk tekrar açık hale getirildi. Dolayısıyla, kafa karıştıran nokta şu: Kamu kurumları doğal yaşam parklarını niye kurar? Kurduğun bu yaşam alanına hangi hayvanı götüreceksin? Yani hayvanlar toplanıp buralara gönderilebilir.”
Paçalı’nın bir başka endişesi de beslenme durumlarıyla ilgili. Onu da şöyle özetliyor:
“Madde 3 ‘Ev hayvanı ve kontrollü hayvanları bulundurma ve sahiplenme şartları hayvanların çevreye verecekleri zarar ve rahatsızlıkları önleyici tedbirler bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir’ diyor. Bir kere yasada net belirtilmeyip, topun bakanlığa atıldığı her madde riskli. Örneğin, kanunda açıkça yazamadıkları evde bakılacak hayvan sayısı, çevreye vereceği zarar hesabıyla bakanlık yönetmeliğiyle ikiden fazla kediye ya da toplamda beş tane hayvana bakamazsın diye sınırlanabilir. Yine çevreye rahatsızlık gerekçesiyle mahallede, sokakta besleme yapamazsın denilebilir. Nitekim buna dönük ilgili komisyon başkanının TV’lerde yaptığı açıklamalar da var.”
Özetle, dememiz o ki; mal değil can statüsü gerçekten takdire şayan ama barınak, doğal yaşam alanı tanımlamaları hiç de sanıldığı kadar sevimli, masum yerler değil. Evet, herkes hayvanları sevmek zorunda değil ama bir yandan haklarını iyileştiriyorum deyip önemli adımlar atarken, diğer yandan da zaten var olan bazı haklarını ortadan kaldırma niyetleri kamu vicdanında yeni rahatsızlıklar yaratacak cinsten. Bunları sadece bir gazeteci olarak tarafıma hayvanseverlerden gelen ileti, bilgi ya da şikâyetler olarak değil, evinde kedisi olan ve eşimle birlikte her gün kendi imkânlarımızla sokaktaki onlarca kedi, köpeğe yardım etmeye çalışan vicdan sahibi bir vatandaş olarak dile getiriyorum. Yani birçok hayvan dostu gibi sıkıntılara, sorunlara bizzat tanığım. Şöyle ki; işkence yapan, eziyet eden, öldüren sadistler zaten insan sınıfına girmiyor ama hem bunlara tepkiliymiş gibi görünüp hem de bırak yediğinin artığını ya da bir kap su vermeyi, konulan mama ve su kaplarından rahatsız olup çöpe atan, dahası, bu hayvanların hepten yok edilmesini düşünen öyle vicdansızlar var ki... Ayrıca, bakmakla görevli denilen belediyelerin birkaç istisna dışında hayvan hakkı falan umurunda değil. Dolayısıyla, henüz vakit varken kamu vicdanını yaralama olasılığı bulunan ‘ama’ları can dostlarımız lehine netleştirmek hâlâ mümkün. Tabii gerçekte böyle bir niyet söz konusuysa...