Bir soru ile başlayalım yazıya. Yıldızlarla dolu bir takım nasıl bu kadar ağır oynayabilir? Devam edelim... Dünyanın en iyi hocalarından dediğimiz Jose Mourinho bu oyuna nasıl sahip çıkabilir?
Koskoca 90 dakikada oyuncu değişikliklerinin yapıldığı an ile sonrasındaki 5 dakikada hızlıya yakın bir futbol oynayan Fenerbahçe organize bir gol buldu. Zaten tek organize atağı da buydu. Sezon başından beri sarı-lacivertli ekip maçların ilk 45 dakikasını çöpe atıyor. Gol atmış olsalar bile ortaya koydukları futbol içler acısı. Geri vitese takılı kalmış yıllar öncesinin Anadol marka otomobili gibiler.
Ayakta duramıyorlar, tam tempo yapacakları an geriye pas verme sevdasına kapılıyorlar. En önemlisi topla çıkmayı beceremiyorlar. Avrupa’da oynarken kale önünden pasla çıkışın kitabını yazan Fred, Amrabat ile oynadığı sürede Çağlar ve maçın tamamında Djiku acemiler mangası gibi davrandılar. Açık söylemek lazım saha kenarına iki Mourinho da getirseniz bu takıma Kovacic’i de alsanız ya da onun benzerlerini transfer etseniz yine ortaya sonuç alacak takım
Futbolun bir sonuç oyunu olduğunu bilmeyeniniz yoktur. Kötü oyun üç puan getiriyorsa “bu maç bitti amacımıza ulaştık, yenisine bakalım” değerlendirmesi hep karşımıza çıkar... Dün Fenerbahçe’nin ortaya koyduğu futbol bu gerçeğin net bir karşılığıydı. Sarı-lacivertli ekip, seyircisinin önünde acemiler mangası gibiydi. İki gol attı ama ilki duran toptandı, ikincisini rakip kendi kalesine gönderdi. Hani bir tabir vardır, “Ölüp, ölüp dirilmek” diye... İşte Fenerbahçe’nin dün gece yaşadığı da tam buydu. Tamam; Avrupa yolculuğuna üç puanla başlamak gayet güzel... Hele ağır Galatasaray yenilgisinden sonra bu başarıyı elde etmek çok daha önemli. Boşalan moral depoları bir parça doldu. Lige seyirciyle dönmek yeniden mümkün kılındı. Ama şurası bir gerçek, tatsız tuzsuz, tedirgin eden oyun hiç bir Fenerbahçelinin yarınlara umutla bakmasını sağlamıyor.
Şimdi gelelim Jose Mourinho’nun Fenerbahçesinin defolarına... Başta dünün en iyisi olan Livakovic olmak
Cumartesi akşamı bizi müthiş bir derbi bekliyor. Kendi adıma hemen söyleyeyim; futbol kalitesi yüksek olmayacaktır. Kontrollü oyun iki tarafın da temel prensibi olacaktır. Yani orta sahalar maçın baskın karakteri biçiminde karşımıza çıkacak. Bir tarafta Fred, İsmail, Amrabat ve Szymanski, diğer tarafta ise Torreira, Sara, Mertens, Berkan ve Kerem Demirbay… Teknik adamların bu oyuncular üzerinden yapacakları tercihler oyunun kaderini belirleyecek. Büyük ihtimalle hem Jose Mourinho, hem de Okan Buruk “sabır” kelimesini artık oyuncularına ezberletmişlerdir. Ve “önce savunmamızı iyi yapalım, hücum nasılsa gelir, bizim hücum silahlarımız onlardan iyi” değerlendirmesi de o ezberlenmiş planların en başına yerleşmiştir çoktan. Ev sahibi olmanın ve puan olarak geriden gelmenin etkisiyle F.Bahçe’yi bir adım önde görüyorum. G.Saray’a oranla daha durağan oynayan sarı-lacivertli ekibin birlikte oynama alışkanlığı biraz daha yüksek. Tempolu oyunda ise G.Saray ağır basıyor. Ama önde baskı ve yoğun tempo ile başlayacaklarını hiç
Tur geçmek, Şampiyonlar Ligi hedefine doğru ilk adımı atmak elbette çok önemli... Hem moral yükledi Fenerbahçe hem de çok ama çok net biçimde defolarını gördü. Lugono ile iki maç oynadı sarı-lacivertliler... Bu iki maçın da ortak özelliği tek devrelik oyunlarla sonuca gitmesiydi. Şok goller, baskılı ve sert oyuna karşı çaresiz kalmak ve de en önemlisi düşük tempolu oyun geride kalan iki maçın ilk yarılarının özetiydi.
Jose Mourinho, Fenerbahçe ile anlaştığı gün ve sonraki hemen hemen her demecinde ısrarla hızlı oyunun altını çizdi. Geçen sezonki Fenerbahçe’nin durağan oynadığını, bu sezon bu durağan oyunu tempolu oyuna çevirmeleri gerektiğini vurgulayıp durdu. Ne var ki, iki Lugano maçında da Fenebahçe’nin Mourinho beklentisinden çok uzakta olduğunu gördük. Dün belki Fred’in sakatlanıp oyundan çıkması, Krunic’in son derece isteksiz oyunu, ki (ilk maçta 90 dakika oynamasına karşın o zaman da isteksiz ve temposuzdu) Fenerbahçe’nin beklenen
Avusturya engelini geçerken gördük; bizim İtalyan dersini iyi çalışıyor… Montella son maçta topu rakibine bırakıp, duran toplarla hedefini ulaştı. Oyuncularından istediği buydu ve oyuncuları da bu taktiğe harfiyen uydu. Hatırlayalım, maçın ardından zaferin mimarlarından hangisi kamera karşısına geçse, hocasının rakip analizine atıfta bulundu. Kısacası Montella ekibiyle birlikte rakibi çözme ve önlem alma konusunda bir hayli başarılı göründü şu ana kadar.
Şimdi sırada Hollanda var. Ne oynadığı, nasıl oynadığı, kadro biçimi ve sistem tercihi çok net olan bir takım… Cruyff felsefesinin mutlak uygulayıcısı ama bir o kadar da yıldızlara mahkum. Koeman bize karşı Gakpo ve Depay’ı çözüm üretenlerin en tepesine koyacaktır. Ana sorunu yumuşak bir kadroya sahip olması… İşte burada Montella devreye girecektir. Kenan Yıldız bizim kilit oyuncumuz olacaktır. Avusturya maçına oranla rakip kaleye yakın oynayacağımız için Arda Güler ile Barış Alper de çok öne çıkacaktır. Hakan’ın dönüşü önemli,
Sarı duvarı kırmızı duvara çevirmiş, stadın kalan kısmını da kırmızı-beyazlı formalarımızla bir güzel bezemiş, hayal üstüne hayal kurmaya başlamıştık ki; önce Montella’nın garip, bir o kadar da anlamsız kadrosu çıktı karşımıza... Ardından Almanların meşhur şikeci hakemi... Şike soruşturması nedeniyle altı ay ceza alan FIFA’nın gözde hakemi! Sonra da evlere şenlik savunmamız...
Doğal olarak farklı yenilgi kendiliğinden geldi. Ronaldo’nun 39 yaşında olduğuna, Pepe’nin de EYT’yi bir hafta ile kaçırdığına bakmayın siz... Bu Portekiz herkesi kandıra kandıra “bir şey oynamıyorlar, yaşlı takım” dedirte dedirte finale giderse ben hiç şaşırmam... Koşmadıkları an topu koşturuyorlar, topu koşturmadıkları an da bizimkileri koşturdular. Ne yazıkki bizimkilerin koşuları tarihimizin en aptal gollerini yememize neden oldu.
Sadece Gürcistan maçı değil, ondan önceki maçlar bas bas bağırdı, “Hakan Çalhanoğlu’nun yanına ne form grafiği yerlerde sürünen Orkun, ne de ürkek ve tedirgin oynayan Salih olmaz” diyordu. Aslında Hakan’ın da bunu
Önce hem Vincenzo Montella’ya hem de bizim çocuklara bir hoş geldin diyelim... Ayağınıza sağlık, yüreğinize sağlık... Hem güzel futbola hem büyük takım yenme becerisine hem de “İşte Bizim Milli Takım” demeye hasret kalmıştık. Bu hasreti de giderdiler, kocaman bir alkış... İpler bizim elimizdeydi, gruptan ikinci olarak çıkma hesapları yapıyorduk, ipler şimdi daha güçlü biçimde kontrolümüzde, bundan sonrası liderlik hesabıdır.
Montella’nın on biri açıklandığında bir kişinin dahi, “işte sahaya çıkması gereken on bir bu” diye düşündüğüne inanmıyorum. Çoğunlukla “nereden çıktı bu on bir” değerlendirmesi yapılmıştır, ki ben de o değerlendirmeyi yapanlardanım. Takımında oynamayan Samet, santrfor kimliği olmayan Barış Alper, önceki maçların en çok tartışılan 1.90’lık sol beki Cenk, hepsi kadroda... Doğal olarak bizi hem telaş sardı hem tedirginlik bir o kadar da korku... Ama yanılmışız...
İtalyan hocanın bu kadar kısa sürede bu kadar etkileyici değişimi sağlayacağını görmesek inanmazdık.
Ligin ilk maçına mükemmel bir giriş yaptı Fenerbahçe... Daha 20. dakikaya girilmemişti ki, iki olağanüstü santrfor golüyle sarı-lacivertliler öne geçmişti bile. Yüzde 80 nem, 27 derece sıcaklık altındayken ve 11’e 11 oynanırken, bu skoru elde ettiler.
23. dakikada Gaziantep bir eksilince ‘fark geliyor’ derken, garip bir şekilde Fenerbahçe takımı el frenini çekiverdi. Neden böyle oldu, açıkçası kendi adıma bir anlam yükleyemiyorum. Sadece ben değil, tüm Fenerbahçe taraftarının da merak ettiği bu sorunun yanıtını, Fenerbahçe teknik ekibi ve özellikle İsmail Kartal da bu maçın değerlendirmesini yaparken arayacaklardır.
Yukarıda dediğim gibi iki olağanüstü santrfor golü izledik. Elbette Dzeko’nun attığı bu gollerin asistleri de mükemmeldi. Ama son vuruşlar gerçekten gözümüzün pasını sildi. Dzeko birinci golde sol ayağının içi, ikinci goldeyse sağ ayağının içiyle iki köşeyi de havalandırdı. Fenerbahçe taraftarının yıllardır özlemini çektiği o golcü