Çoğu kez söylediğim gibi bizim güzelim ülkemizde bazı işlerin yapılması tümüyle şansa bağlıdır. Bazı zaman şans yüzümüze güler, olmaz denilen işler olur, bazense şans bize küser, olur denilen işler olmaz. Buna şans demek ne derece mümkün? Bence akıl demek daha doğru olacaktır.
Aya İrini Kilisesi ilk kez 26 Haziran 1973’te Madrigal Korosu’na ev sahipliği yaptı.
Zaman zaman geriye dönüp bakınca, “Ne olaylara şahit olmuşuz!” diyor insan kendi kendine. Bâb-ı Hümâyun’dan Sur-u Sultani’ye girip biraz ilerlediğinizde sol yanınızda muhteşem bir anıtsal yapı olduğunun farkına varırsınız. Ayasofya’dan sonra bu şehirde yapılan en büyük Ortadoks kilisesi olan bu yapı “Aya İrini Kilisesi” olarak bilinir. Aya İrini Kilisesi’nin yapımı çok eski tarihlere uzanmaktadır. İlk yapımının IV. yüzyılın başlarında I. Konstantin (MS 324-337) döneminde çevrede bulunan çok tanrılı dinlere ait tapınaklardan arta kalan malzemeler kullanılarak inşa edildiği kabul edilmektedir. MS 532 yılında meydana gelen Nika İsyanı sırasında yakılır. Bu kez İmparator I. Iustinianus (MS 527-565) tarafından yeniden yapılır. Her ne kadar zaman zaman meydana gelen depremler yapıya zarar verse de varlığını günümüze kadar sürdürür. Bizans döneminde patrikhane şapeli olarak nitelenen Aya İrini Kilisesi için “İlahi Selamet” sözcükleri de kullanılır.
Müze olarak kullanılması
Sur-u Sultani içinde kaldığı için hiçbir zaman camiye dönüştürülmesi düşünülmeyen bu yapının, Sultan III. Ahmed (1703-1730) dönemine kadar iç cebehane, daha sonra ise Harbiye Nezareti silah ambarı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk müze oluşturma çalışmalarına da bu yapıda başlanır. 1726 yılında, Sultan III. Ahmed döneminde, imparatorluğun çeşitli bölgelerinden gönderilen eski silahlar ve eski eserler bu yapıda toplanır ve bu münasebetle yapıya yeni bir kapı açılarak “Dâr-ül Esliha / Silahlar Evi” adı verilir. 1846 yılında Fethi Ahmed Paşa’nın girişimiyle müze olarak yeniden düzenlenir ve ismi “Mecma-ı Âsâr-ı Atika / Eski Eserler Koleksiyonu” olarak değiştirilir.
Müzedeki eserlerin bir bölümünün Askeri Müze’ye bir bölümünün ise İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne gönderilmesinden sonra yapı uzunca bir süre boş kalır. Yapının özellikle akan çatısının ve bir bölümünün onarımı için 1972 yılında faaliyete geçilir. Rahmetli İlban Öz’ün denetiminde başlanan onarım işi, o sıralar benim oldukça ilgimi çekmişti. Sık sık yapıya gitmeye ortaya çıkan buluntuları incelemeye, İlban Ağabey’e çıraklık yapıp bilgi sahibi olmaya çalışıyordum.
İstanbul Festivali
Rahmetli Nejat Eczacıbaşı (1913-1993) sanayiciliğinin yanı sıra kültür ve sanata meraklı, ülkemiz ve İstanbul için farklı düşünceler geliştiren bir kişiydi. 22 Temmuz 1972 günü geniş katılımlı bir basın toplantısı yaparak, yaz aylarında “İstanbul Festivali” adı altında bir festival düzenlenmesi için çalışmalara başladıklarını, bu festivalin İstanbul’un tanıtımı için çok önemli işlevler üstleneceğini açıkladı. Sıkı bir çalışma sonrası 21 Haziran-15 Temmuz 1973 günleri arasında “1. İstanbul Festivali” gerçekleştirildi. 20 Haziran 1973 günü akşamı İTÜ Maden Fakültesi salonunda şef Robert Wagner’in yönetimindeki İstanbul Devlet Operası Korosu’nun Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”nu sahnelemesi ile açılışı yapılan festival günümüze kadar sürmekte olan büyük bir coşku ile karşılandı.
İstanbul Festivali için şehirde yeni mekânlar oluşturmak gerekiyordu. Bu sırada restorasyonu yapılmakta olan Aya İrini Kilisesi, hem Sur-u Sultani gibi görkemli bir alan içinde yer alması hem de kendi anıtsal yapısının oluşturduğu atmosfer nedeniyle konser mekânlarından biri olabilirdi.
Başbakanın ziyareti
İşte şimdi, bu yazımın nedenine, bir anlamda da “Zurnanın zırt dediği” yere geldik. Rahmetli Aydın Gün’ün de aralarında bulunduğu “İstanbul Festivali” sorumluları ile bir araya gelinerek Aya İrini Kilisesi dolaşıldı ve gerek mekân oluşumu gerekse akustiği nedeniyle, burada verilecek konserlerin büyük ilgi çekeceği konusunda fikir birliğine varıldı. 1972 yılı Mayıs ayı başlarında bir gün Aya İrini Kilisesi’ne uğradım, birden bir hareketlenme başladı “Neler oluyor?” diye sorunca “Başbakan geldi” dediler. 12 Mart 1971 askerî müdahalesi hemen her askerî müdahale gibi ülke yönetiminde kaos oluşmasına yol açmıştı. Verilen muhtıra üzerine Süleyman Demirel Hükûmeti istifa etmiş, Nihat Erim tarafından bir geçiş hükûmeti kurulmuştu (26 Mart 1971-11 Aralık 1971). Bir kere çiviler yerinden oynamasın, bir daha tutturmak ne yazık ki mümkün olmuyor. II. Erim Hükûmeti (11 Aralık 1971-22 Mayıs 1972), Ferit Melen’in başbakanlığında Melen Hükûmeti (22 Mayıs 1972-15 Nisan 1973) ve nihayetinde Naim Talu’nun başbakanlığında 36. Talu Hükûmeti (15 Nisan 1973-26 Ocak 1974). Başbakan Naim Talu, ona refakat eden Topkapı Sarayı Müdürü Kemal Çığ ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü Necati Dolunay arzı endam ettiler. Bir süre aralarında konuştular, bu sırada kilisenin içindeki ahşap merdivenleri süzen başbakanın, “Bu iş şimdilik dursun, camide konser verdiler sözlerine muhatap olmayalım!” dediğini duydum. Ne Kemal Bey ne de Necati Bey seslerini çıkartmadılar. Bu üçlünün oldukça yakınında durduğum için gençlik ateşi ile birden müdahale ettim; “Sayın Başbakanım, bu yapı hiçbir zaman cami olmamıştır, bir dönem depo, bir dönem de müze olarak kullanılmıştır” dedim ve dediğime de diyeceğime de o an için bin pişman oldum. Gerek Kemal Bey gerekse Necati Bey, çatılan kaşlar, şimşek çakan gözler ile bana baktılar. “Sen de nereden çıktın, haddini bil, sana mı kaldı açıklama yapmak!” dercesine beni süzüyorlardı. Birden başbakan bana döndü ve “Doğru mu söylüyor?” gibisinden onlara baktı, “Evet, bu yapı hiçbir zaman camiye dönüştürülmemiştir” cevabı verildi. Başbakan, “O zaman bir engel yok, burada konser verilebilir ve çok da güzel olur” dedi. Bir süre Topkapı Sarayı’ndan da Arkeoloji Müzeleri’nden de uzak durdum.
Mehter Takımı
Gelelim hikâyenin geri kalanına, bu ülkede hayırlı bir iş yapılmaya niyet edilir de işe rufailer karışmaz olur mu hiç? Nereden aklına geldi ise biri ortaya bir laf atmış, “O yapıda konser verilmesi tehlikeli olur, yüksek volümlü müzikten dolayı kubbe çökebilir ya da kubbeden sıvalar kopabilir ve içeride panik oluşur!” Sen misin bunu söyleyen, Harbiye Askeri Müzesi’nden tam teşekkül Mehter Takımı getirildi. Bir halka şeklinde orta mekâna dizilen mehter, ziller, nekkareler, davul ve zurnalarla coşkulu bir hava tutturdu ve şevkle çalmaya başladı. Az sayıdaki ilgili ve yapıda çalışanlar gruplar hâlinde onları izliyorduk. Birden İlban Ağabey kolumu tuttu ve beni geri çekti, geri geri yürüyerek yan neflerin altına doğru gittik. Kulağıma doğru sessizce, “Bunlar yapıda bir sıkıntı olur mu diye çalıyorlar değil mi?” diye sordu. “Ya bir sıkıntılı durum olursa, biz geride duralım da başımıza bir iş gelmesin, akıllı ol!” diyerek beni uyardı. Birden aklım başıma geldi, kubbe çöker, sıva düşer diye yapılan bir test değil miydi bunca velvele! Acaba hangi Allah’ın kulunun aklına insanların deney elemanı olarak kullanıldığı böylesi bir test yapmak gelir? Hadi aklı evvelin biri böylesi bir öneride bulundu, bu işe katılan herkesin mi aklı evveldi? Üzerinden elli yıla yakın zaman geçmesine rağmen hâlâ merak ederim! Madem bir test yapılması isteniyordu, üç beş hoparlör koyup, yüksek sesle müzik çalınarak bu iş çözülemez miydi? Neyse ki Mehter Takımı’nın bir saati aşkın konseri sırasında ne kubbe çöktü ne de sıva düştü. Artık herhangi bir sakınca kalmamıştı, elli yıla yakın süredir zaman zaman Aya İrini Kilisesi’nde konser yapılıyor ve bizler böylesi bir yapıya malik olmanın gururunu taşıyoruz. 26 Haziran 1973 günü yapılan açılış konserinde, bana kızgınlıkları artık geçmiş olan Kemal Çığ ve Necati Dolunay eşleri ile birlikte ön sıraya oturdular. Bense, eşim Renan’la birlikte ahşap merdivenlerde ancak bir yer bulabildik. Marin Constantin yönetimindeki Bükreş Madrigal Korosunu büyük bir zevkle dinledik. Daha sonra, 10 Temmuz 1973 gecesi ünlü Amerikalı keman virtüözü Yehudi Menuhin’i dinleme mutluluğuna eriştik. Yehudi Menuhin böylesi bir yapıda ilk defa konser verdiğini ve İstanbul’un harika yapılara sahip olduğunu ifade etti.
Bazı işler yapılır da nasıl yapılır?
Çoğu kez söylediğim gibi bizim güzelim ülkemizde bazı işlerin yapılması tümüyle şansa bağlıdır. Bazı zaman şans yüzümüze güler, olmaz denilen işler olur, bazense şans bize küser, olur denilen işler olmaz. Buna şans demek ne derece mümkün? Bence akıl demek daha doğru olacaktır. Aklın egemen olduğu dönemlerde önümüz açılıyor, başarılı ve geleceğe yön verecek işler yapıyoruz. Aklı evvellerin egemen olduğu dönemlerde ise nerede ise hemen her işimiz çıkmaza giriyor, sonra ah vah edip dövünüyoruz. Bütün bunları sizlere bazı işlerin yapılmasının ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlatabilmek için yazdım. Mustafa Kemal Atatürk’ün ünlü sözü her zaman bana rehber oldu. Başıma işler açtığım, büyük üzüntüler yaşadığım günler oldu, ama vazgeçmedim ne doğru bildiğimi söylemekten ne de doğru bildiğimi yapmaktan... Bundan böyle vazgeçmeye de hiç niyetim yok...
“İdare-i maslahatçılar esaslı reform yapamazlar.”
Mustafa Kemal Atatürk