Üniversite bilgi aktaran bir okul değildir. Üniversite var olan bilgiyi tartışır, araştırma yeteneğinin gelişmesi için çalışır. Hangi bilgiye ulaşılması gerektiğinin, nasıl ulaşılacağının, birbirinden kopuk bilgilerin nasıl değerlendirileceğinin, bilimsel kuşku duymanın gerekliliğinin öğretildiği kurumlardır.
Felsefe bölümü olmayan, teoloji değil, ilahiyat okutulan bir okulun adı nasıl olur da üniversite olur, gerçekten anlamak zor?
Ülkemizde 2024-2025 ders yılında eğitim-öğretim görevi üstlenen 209 üniversite bulunuyor. Bu üniversitelerin 131’i devlet üniversitesi, (11’i teknik, 2’si güzel sanatlar, 1’i yüksek teknoloji, Polis Akademisi ve Millî Savunma Üniversitesi) 77’si vakıf üniversitesi. 17’si 2016 yılında, biri ise 2020 yılında olmak üzere 18 vakıf üniversitesi de kapatılmış durumda. Kıbrıs’ta ise 26 üniversite faaliyetine devam ediyor. Kuruluş aşamasında olan 13 üniversite daha var. Ülkemizde iki yıllık eğitim yapan 802 adet de meslek yüksekokulu bulunuyor. Bunların 705’i devlet
Bir mimar olarak tercihim yaptığım yapıların veya restorasyonların alışılmışın dışında, farklı olmasıdır. Bunun için sahip olduğum bilgi ve deneyime güvenirim. Hata yapmamaya çalışırım. Elbette bir mimar olarak benim de uymak mecburiyetinde olduğum kurallar vardır. İmar Kanunu, İmar Planı, Yönetmelikler ve mühendislik kısıtlamaları.
Zaman zaman bir kenara koyduğum notlarımı karıştırır, geçmişe yolculuk yapar, bugün aramızda olmayan insanları anar, rahmet okurum. Hepimizin hayatında buna benzer anılar vardır onları yazmış ya da yazmamış, bir yerlerde unutmuş olabiliriz. Sık sık söylediğim gibi bazı insanlar ölmez, anılarda ya da yazılarda yaşar, ne zaman ki isimleri bir daha söylenmez olur, işte hepimiz için mukadder olan ölüm o zaman gerçekleşir. Unutulur ve hiç yaşamamış gibi oluruz.
Yılmaz Sanlı
Geçen günlerde elime böyle bir anı kaydı geçti. Sanırım elli yılı aşkın bir zaman önce, rahmetli hocam Yılmaz Sanlı’nın bürosunda yoğun bir şekilde hastane konkuruna çalışıyorduk. Bir gün bana “Gel birlikte hastaneye gidelim!” dedi.
Fârâbî’nin yazıldığı tarihten günümüze bin yılı aşkın süre geçen kitabı “İhsâü’l-ulûm / İlimlerin Sayımı”, ilk “İslam Ansiklopedisi” olarak kabul edilmekte ve daha sonraki birçok düşünüre yol göstermektedir. Aradan geçen bunca yılda ilimlerin son derece geliştiği, günümüzde böylesi bir tasnifin güçlüğü göz önüne alındığında, döneminde bu eser için Fârâbî’nin ulaştığı bilgi seviyesi hayranlık uyandırıcıdır
“Önce doğruyu bilmek gerekir, doğru bilinirse yanlış da bilinir. İnsanlık bugün yapması gerektiği şeyi yapmamakta, yapmaması gerektiği şeyi yapmakta, doğru olmayan birçok şeyi doğru, doğru olan birçok şeyi ise yanlış ve saçma görmektedir.”
Fârâbî
Batı dünyasında “Alpharabius” veya “Avennasar” adıyla tanınan Fârâbî’nin (872-950) tam adı, Ebû Nasr Muhammed bin Muhammed bin Tarhan bin Uzluğ El-Fârâbî’dir.
Son zamanlarda Robert Anson Heinlein’in elime bugüne kadar farkında olmadığım bir kitabı geçti. Her ne kadar kıyıda köşede kalsa da bu tür kitapları okumak gerektiğini hatırlattı. Çoğumuzun macera romanı diyerek küçümsediği bu kitapları farklı bir bakış açısı ile okumanın ve değerlendirmenin hepimiz için faydalı olacağını düşünmekteyim
İlk edebi metinlerin ortaya çıkışından günümüze değin gerek gençlerin eğitimi gerekse yöneticilerin dikkat etmesi gereken olayları dolaylı yoldan anlatmak için geçmişe dönük hikâyeler kaleme alınmıştır. Geçmişe dönük anlatıların yanı sıra ütopya olarak değerlendirilen geleceğe dair hikâye ve romanlar da yazılmıştır.
Bilim kurgu
İngilizce “Science fiction” olan yazım türünün adını “Bilim kurgu” olarak dilimize kazandıran kişi Orhan Duru’dur. 1 Ocak 1973 tarihli Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi’nde “Science fiction” kelimesinin karşılığı olarak “Bilim kurgu” ismini önerir. Science fiction kelimesi de
Mudanya Ateşkes Antlaşması’na rağmen İngiliz işgal kuvvetleri hâlâ Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını kontrol etmekte, İstanbul ve bazı Marmara kıyı kasabalarını işgal altında tutmaktadır. Sonunda 4 Ekim 1923 günü işgal kuvvetleri İstanbul’u terk ederler ve 6 Ekim günü kahraman birliklerimiz İstanbul’a girer. Bundan böyle “Biz bitti demeden bazı şeylerin bitmeyeceğini” herkesin öğrenmiş olması lazım
30 Ağustos Zafer Bayramı münasebetiyle yayınlanan bir televizyon programında, konuşmacılardan biri; “Birinci Dünya Savaşı, 11 Kasım 1918’de bitmedi, müttefik devletlerin bizimle olan savaşı devam etti” dedi. Birden bu konuda bildiklerimin de etkisiyle, ilkokulda, ortaokulda, lisede okutulan tarihin bizim bakış açımız ile değil, bize dayatılan görüşlerle yazıldığını düşündüm. Hakikaten gerçek neydi?
28 Haziran 1914 günü Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ı öldürür. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun gelişen
Sevgili Coşkun Hoca’nın yalnızca arkeoloji öğrencilerine değil, tüm öğrencilere önemli bir vasiyeti var; “Bir insanın eğitim aldığı meslek dalında başarılı olması için en az bir yabancı dilde okur, yazar olması, bu dile bilimsel konuşma yapacak kadar hâkim olması çok önemlidir. Eğer bu dile ikinci bir dil daha katabilirseniz yeni ilişkiler kurabilir, farklı bakış açılarından da faydalanabilirsiniz.”
28 Ağustos 2024, çarşamba günü sabahı sevgili dostum mimar Fatih Kesgün yanıma geldi, büyük bir üzüntü içinde bana sarıldı, ağlamaklı bir hâldeydi. “Ne oldu?” diye sordum. Ağlamaya başladı, neler oluyor diye düşünürken, “Allah size sağlık ve uzun ömür versin” dedi. O an anladım ki bir dostumuzu kaybetmişiz. Merakla kim olduğunu sordum, “Coşkun Hoca’yı kaybettik” dedi. Daha bir hafta önce telefonla konuştuğum bir dostumun kaybı beni derinden etkiledi. Söyleyecek söz bulamadım, geçmişi düşündüm, içimi büyük bir hüzün kapladı.
Se
Uzun yıllar boyu bir şehir efsanesi sürer gider; “Yedi Tepeli Şehir”. Yıllardır İstanbul’un kuruluşunun Byzantion ile birlikte başladığı efsanesinin bir kurmaca olduğunu söylerim. Dionysios Byzantios, MS II. yüzyılda kaleme aldığı “Anaplus Bosphori Tharcii / Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli kitabında; “Bosporos Burnu’nun biraz yukarısında Athena Ekbasia Sunağı vardır. Koloni kurucuları tam burada karaya çıkmış ve tıpkı vatanları için çarpışanlar gibi savaşmışlardı” demektedir. Daha sonra üzeri örtülen bu açıklama bize doğruyu bulmakta yardımcı olmalıdır. Kim boş bir alana çıkıp da vatanı için çarpışır? Demek ki bu bölgede bir yerleşim alanı vardı ve yeni gelenler buradakilerle savaşmak durumunda kalmışlardı.
Ligos / Lygos
Doktora çalışmamda ve 1980 yılındaki savunmasında yaptığım benzer bir açıklama bazı hocalarımca kabul görmemiş ve eleştirilmiştim. Rahmetli hocam Doğan Kuban yıllar sonra, 1996 yılında yayınladığı “İstanbul Bir Kent Tarihi” isimli kitabında bu konuya değinerek, Yaşlı
Charles Edward Stewart, 1879-1880 yıllarında kılık değiştirerek Türkiye ve İran’da dolaşır. Yüz yılı aşkın süre önce gerek Anadolu coğrafyası gerekse Orta Asya coğrafyasında yapılan bu gibi geziler, Batılı devletlere özellikle de Britanya İmparatorluğu’na büyük bir bilgi birikimi sağlardı. Bu bilgi birikimi aynı zamanda bazı kişilere neyin nasıl yapılması gerektiğini de öğretirdi.
Charles Edward Stewart (1836-1904) soylu bir ailenin çocuğu olarak 23 Şubat 1836 günü Sri Lanka’da dünyaya gelir. Babası Lord Algernon Stewart’dır. Dokuz yaşında eğitim için İngiltere’ye gönderilir. Marlborough College’den mezun olur ve orduya katılır. 1854 yılında, on sekiz yaşında Hindistan’daki Kraliyet 27. Inniskilling Alayı’nda (İrlandalılardan oluşan piyade alayı) asteğmen rütbesiyle göreve başlar. 1866 yılında yüzbaşı, 1874 yılında binbaşı rütbelerine terfi eder. 1879-1880 yıllarında kılık değiştirerek Türkiye ve İran’da dolaşır. 1881 yılında Herât, 1886 yılında Reşt, 1887-1890 yıllarında Tebrîz konsolosluğu,1892 yılında ise Odesa