Galatasaray tarih yazıp Avrupa Şampiyonu olurken bu takımın saha içi patronluğunu Hagi yapıyordu. Devam eden altın yıllarda Selçuk İnan ve Melo gibi iki lider oyuncu vardı. Biri oyunu kuran, diğeri kötü giden oyuna isyan eden...
Bitmedi, Sneijderli, Drogbalı, hatta Gomezli yıllar, Galatasaray’ın altın yıllarıydı. Hangi sezon şampiyonluk yaşandıysa, o sezon Galatasaray kadrosunda bir, hatta birden fazla usta, lider oyuncu vardı.
Galatasaray sarsıldı mı, yere düşmesini engelleyen, yere düşünce elini uzatıp kaldıran, paniklemeyen, “görüp geçirmiş” usta oyuncular... Belki gençler kadar koşmuyorlardı ama bu işi yetenekleriyle, kariyerleri ile gençlerden iyi yapıyor, o gençlere de “rol model” oluyorlardı.
Şimdi Galatasaray sarsılınca, dağılınca, zor durumda kalınca, elinden tutup kaldıracak, takımı toparlayacak bir usta, bir tecrübe var mı?
Kabul edelim ki, Galatasaray bu gençleştirmeyi çok “hesapsız- kitapsız” yaptı, takımda tek “patron” bile bırakmadı. Şimdi çok ağır biçimde bu yanlış planlamanın bedelini ödüyor.
Kayse
Böyle başlamalıyım. En ufak temasta yüzünü tutup, yerde çırpınanlara deli oluyorum. Bir dirsek yersiniz, bir darbe alırsınız, tamam... Ama okşama gibi dokunuşlarda bile, kendini yere atan kalkmak bilmiyor.
Bu kural uygulanmadan önce yüzünü tutup yere yatan oyuncu hatırlamıyorum. Şimdi el-yüz temaslarına sarı kart uygulaması başladı ya, “Silah çıktı, erkeklik bozuldu” misali yüzünü tutan yerde... Her maçta ortalama 5-10 defa oluyor. Oyun duruyor, duruyor, duruyor. İzlenecek yanı kalmıyor. Yerlisi-yabancısı çoğu futbolcu bu sahteciliğin içinde...
Önce Fatih Aksoy yerde kıvranmaya başladı. Allah korusun 32 dişi, ağzının içine döküldü sandım. Sonra ağır çekimde görüntü geldi, ne vurması, Cicaldau neredeyse Fatih‘in yüzünü okşuyor.
Ardından Borja-Morutan buluşması... Morutan yüz felci geçirdi sandım. Baktım, Borja‘nın bir teması var, elin-yüzle bir buluşması var ama bunlara faul bile çalınmaz. Ama Morutan kıvranıyor. Hani “futbol erkek oyunuydu” diyeceğim ama artık kadın
Yarım asra yaklaşan meslek hayatımda çok değerli iki “şeref madalyam” var. Birincisi; 2000 UEFA Kupası finalinde Galatasaray ve Fatih Terim... İkincisi; 2008 Avusturya-İsviçre Avrupa Şampiyonası’nda finalden dönen milli takım ve Fatih Terim...
İkisini de canlı yaşadım. Galatasaray kupayı kaldırırken, Fatih Hoca‘nın 50 metre arkasındaydım. Milli Takım finali kaçırdıktan sonra, Alman Milli Takımı’nın kurmaylarının Fatih Terim‘i tebrik için sıraya girdiklerinde, o şerefi tribünlerde yaşadım.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Buna rağmen iki destansı başarı yüreğimin en sıcak yerinde tazeliğini korurken, iki şeref madalyası kişisel müzemin en değerli yerinde duruyor.
40 yılı aşkın meslek hayatımda çok değerli iki başarı, iki şeref madalyası, ikisinin de altında Fatih Terim imzası var. Bunu unutamam, bunu inkar edemem, hocanın değerini ve önemini bilirim.
O günleri, o maçları, o yılları, en önemlisi o başarıları çok özledik. Özellikle son yıllarda sürekli aşağı doğru giden grafiği durdurmak ve çıkışa geçmek için belki de Lazio
Galatasaray alışılmışın çok dışında bir başlangıç yaptı... Müthiş hızlı, atak, çabuk ve yürekli... İlk düdük çaldı, Kerem ile Halil, deli dalgalar gibi Trabzonspor savunma duvarını sarsmaya başladılar... Halil ile Kerem o kadar hızlı, o kadar hareketliydi ki, Trabzon savunmasının balansı bozuldu... Kimi tutacaklarını, hangi bölgeyi kapatacaklarını şaşırdılar... İkinci golü lütfen hatırlayın... Kerem o kadar hızlı olmasa, kaleci Uğurcan eline gelen topu rahatça tutacaktı... Kerem’in inanılmaz deparı Uğurcan’ı bozdu ve topu elinden kaçırdı... Ardından Emre’nin ikinci golü geldi... Elbette trafikte sürat felaket ama, futbolda hız bayağı işe yarıyor… “Fırtına” diye anılan Trabzon’da gene fırtına vardı, ancak iki Galatasaraylı Kerem ile Halil fırtınası vardı...
İlk golde çabuk hamle, Edgar’ı hataya zorladı, ikinci golde, Kerem’in 100 metreci gibi deparı Uğurcan’a yanlış yaptırdı… Trabzonspor golü bulana kadar, neyi var, neyi yok, bu iki haşarı Galatasaraylıyı tutmaya çalıştı... Abdullah Hoca,
1 Şenol Güneş’in “bana yalvardılar“ sözünden sonra, TFF devam etse zaten tartışılan itibarını yerle bir ederdi...
2 Gelecek hocayı güç savaşları, derin kulisler, siyaset ya da siyasetten güç alıp futbolu dizayn etmeye çalışanlar belirleyecekse, ki böyle gelişmeler var, geçmiş olsun birşey değişmez...
3 TFF, milli takım hocaları ile turnuva bazında anlaşmalı…
Örneğin Dünya Kupası ile ya da Avrupa Şampiyonası ile sınırlı… Başarılı olursa devam, başarısız olursa tamam…
4 Türk halkı, milli takım hocalarının aldığı para konusunda çok duyarlı… Bol keseden harcanmamalı…
5 Gelecek hoca kendini güncelleyen, dünya futbolunun baş döndürücü hızına ayak uyduran hızlı, atletik, takım oyununu beceren ve oynatan bir hoca olmalı…
6 Yeni hocaya, her dediğine “evet“ diyecek “muritlerle“ değil, kendisi ile tartışabilecek çok güçlü iki yardımcı ile çalışma şartı getirilmeli...
Yendik, gene yeneriz… Yaptık, gene yaparız… Hollanda’yı yenmeye oynayacağız... Bırakın artık bu bol kepçe palavraları... Avrupa’nın adeta “bamyadan mermi” iki takımı Letonya karşısında 3-1’den 3-3, Karadağ önünde 2-0’dan 2-2’ye yakalanan Türk Milli Takımı’ndan nasıl oluyor da Hollanda’yı yenmesini bekliyorsunuz...
“İlk maçta Hollanda’yı yendik ya” diyenleri duyar gibiyim... Zamanın ruhu denen bir gerçek var... Yendiğimiz Hollanda, suyu sıkılmış posası çıkmış Portakal gibiydi... Biz, özellikle Avrupa liglerinde üstün form yakalayan oyuncularla zirvede... Yenersin tabi...
Zaman akıp gitti... Hollanda’nın başına Van Gaal geldi, takım toparlandı, hızlandı, Portakal’ın tadı, keyfi, futbol gücü yerine geldi... O günden bu güne biz sürekli geri gittik... Geri gittikçe “amalarla - fakatlarla” kendimizi kandırıp gerçeklerden kaçtık... Makas bu defa tam terse, bizim aleyhimize açıldı...
Dakika bir gol bir derler ya, onu bile beceremedik... Birinci dakika dolmadan golü
Belki de elli yıldır, başka tanımlama ile yarım asırdır, neyimiz var, neyimiz yok, her şeyimizi futbola verdik... Duygularımızı, coşkularımızı, tutkularımızı, paralarımızı...
Ne aldık; hüsran, acı, hayal kırıklıkları, toplumsal çöküntü... Hocalardan, futbolculardan, hatta başkanlardan ‘imtiyazlı bir sınıf’ yarattık... Bir almadan bin verdik... Aşağılandık, bazen ezildik, figüran olduk, asla ciddiye alınmadık...
Açık konuşalım, hatta hiç itibarımız, saygınlığımız olmadı...
Futbola verdiğimizin ellide birini kadın voleybolculara vermedik, dünyamızda yer açmadık... Ne yaptılarsa, kendi başlarına yaptılar... Heyecanları, duyguları, tutkuları, başarıları kendileri yarattılar...
Yensinler, yenilsinler, dünyada hayranlık uyandırdılar, saygı duyulan, korkulan, çekinilen bir ekip oldular... İsveç Kadın Voleybol Takımı’nın hocasının Türkiye maçında oyuncularına, “Dünyanın en iyi ekiplerinden biri ile oynuyoruz, dikkat edin, bu şans her zaman ele geçmez” demesi bile Kadın Voleybol Milli Takımımıza gösterilen saygıyı çok açık ortaya koyuyor...
Futbold
Galatasaray , yeniden Romanya pazarına girdi… Hagi ile Popescu ile tarih yazmıştı… Bratu, Petre ve Tamas ile ise hayal kırıklığı yaşamıştı… Şimdi takımın orta sahasında iki Romanyalı daha var…
Beklemeye, “acaba” mı demeye, kuşku duymaya gerek yok… Morutan tamamdır… Kepçe gibi sol ayağı var… Topa iyi hükmediyor… Futbol aklı iyi…
Morutan ilk golü Cicaldau’ya attırırken sol ayağının hünerini kullandı… İkinci golde, asiste dönen o şiddetli şutu sağ ayağından çıktı… Demek ki, sağı-solu belli değil… İyi adam oldun mu, öyle “uyum süreci, ilk maçı” falan hikaye… Mal kendini belli ediyor…
Ben gene de Aslan payını Kerem’e veriyorum… Türk futbolunda çok rastlanır bir hücumcu değil… Durmuyor… İki kanadı kullanıyor, çok etkili top kesiyor, gol şansı yüksek… Ancak ikinci yarılarda düşüyor…Buna dikkat derim...
Galatasaray’ın hızlı hücuma çıkışları, Kerem’in hızına, Barış Alper’in ayak uyduruşu iyi… Aynı hızın