Şu soruya objektif ve samimi bir yanıt vermeye çalışalım: Eğer Türkiye “güç politikası”nı uygulamasaydı, uluslararası arenada bölgesel bir aktör olarak varlığını hissettirebilecek, sesin duyurabilecek miydi?
Bu soru özellikle son günlerde, Doğu Akdeniz-Ege krizindeki gelişmelerin ışığında, güncellik kazanmış durumda.
Kriz sırasında Türkiye, “sert güç” (“hard power”) diye tanımlanan güç kapasitesini sergileyen bir stratejiyi devreye soktu. Resmi beyanlardaki sert çıkışlarla birlikte, sahada askeri kudretini gözlerin önüne seren eylemlere girişti. Örneğin Ege’de ve Doğu Akdeniz’de çok sayıda savaş gemisi ve insansız hava araçlarının da dâhil olduğu hava gücüyle peş peşe tatbikatlar ve savaş oyunları sergiledi. Kendi belirlediği deniz yetki alanları içinde sismik araştırmaları da savaş gemilerinin eşliğinde kararlılıkla sürdürdü.
Ankara bunları yaparken, artık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterinde, bizzat kendi savunma sanatının ürettiği modern silahlara sahip olduğu, yani Türkiye’nin giderek “askeri bir güç” durumuna gelmekte olduğu mesajını da verdi.
Sahadan masaya...
Bu mesaj adrese ulaşmış olacak ki krize dâhil olan veya ona dolaylı olarak bulaşan ülkeler çatışma tehlikesini önlemek ve gerilimi düşürmek için Anakara ile oturup konuşmak ve bir müzakere süreci başlatmak ihtiyacını duydular. Nitekim bu hafta, “sahadan masaya” bir geçiş hareketi başladı: yani “yumuşak güç” (“soft power”) stratejisi öne geçti.
Aslında Türkiye, öteden beri “sert” ile “yumuşak” güç politikalarını birlikte yürütme anlayışını benimsemiş bulunuyor. Buna göre, Ankara askeri kapasitesini geliştirirken ve bunu açıkça dışarıya aksettirirken, Türk diplomasisi de ülkenin karşılaştığı anlaşmazlıkları müzakere yoluyla halletmeye yönelik hamleler yapmıştır.
İşte Doğu Akdeniz-Ege krizinde şimdiki noktaya gelinmesi, bu “çift odaklı strateji”nin sonucudur.
Daha açık bir ifadeyle, krizin kontrol altına alınmasında ve diyalog aşamasına girilmesinde, “güç politikası”nın (veya “sert güç stratejisi”nin) büyük payı vardır. Dolayısıyla, baştaki sorumuzun yanıtını da bu gerçeğe göre vermek gerek.
Aslında, bu uluslararası platformda yeni bir “politika gerçeği” değil. Tarih boyunca bütün dünyada “güç politikası” etkin olmuştur. Günümüzde de bu böyle devam etmektedir. Hoşa gitsin veya gitmesin, gerçek budur.
Türkiye’nin de son zamanlarda karşılaştığı bazı meseleleri güç politikasıyla çözmeye çalıştığını ve bunda başarı elde ettiğini gösteren örnekler vardır. 1974 Kıbrıs harekâtı, son yıllarda Irak’taki ve Suriye’deki operasyonlar bu örnekler arasındadır.
Amaç ve araç
Denilebilir ki keşke devletler kendi aralarındaki ihtilafları halletmek için güç kullanmadan, çatışmalarını görüşerek, anlaşmak yolunu seçselerdi... Evet, öyle olsaydı çok iyi olurdu. Ama gerçek öyle değil maalesef. Halen 75. yılına giren Birleşmiş Milletler’in kuruluş nedeni de böyle barışçı bir düzen kurmaktı. Ama bu haftaki Genel Kurul toplantısında yapılan konuşmalar, bu hedeften ne kadar uzak kalındığını gösteriyor.
Dolayısıyla, mevcut düzene göre herkes gibi Türkiye de güç politikasını uygulamak zorunda.
Bunda önemli olan, bu politikaların bir araç olarak kullanılmasıdır. Amaç savaşla değil, diplomasiyle anlaşarak sorunları çözmektir.
Bu bakımdan “güç politikası” için “zorlayıcı strateji” tabirini kullanmak da yerinde olur. Bunun uyarıcı veya caydırıcı yanı, diplomasiye bir ivme kazandırmaktır.
Kuşkusuz bunun gerçekleşmesi için, güç politikasının ölçülü ve dikkatli bir şekilde uygulanması gerekir. Diğer bir deyişle, askeri güç sergilenirken, nereye kadar gidilebileceğini çok iyi hesaplamak büyük önem taşıyor.
Unutmamak lazım ki esas amaç silahlı çatışmaya gitmeden anlaşmazlıkları barışçı yoldan halletmektir...