Doğu Akdeniz’den Ortadoğu’ya ve Kafkasya’ya kadar, Türkiye’nin yer aldığı coğrafyada bir süreden beri cereyan etmekte olan olaylar, uluslararası anlaşmazlıklarda hangi faktörlerin belirleyici bir rol oynadığına dair aydınlatıcı ve düşündürücü ipuçları veriyor.
Bir bakıma bu olanlar bir laboratuvardaki deneylerden çıkan sonuçlar gibi, bazı önemli tespitlerin ve değerlendirmelerin yapılması olanağını veriyor. Bundan doğru sonuçları çıkarmak da iş başındaki politikacılara, diplomatlara ve siyaset bilimcilerine düşüyor.
***
Son dönemde uluslararası kriz ve gerilimler adeta dünyanın sıklet merkezi haline gelen bu coğrafyada, çoğu kez “yumuşak güç” ile “sert güç”ü karşı karşıya getirmiş bulunuyor.
Kuşkusuz prensipte temenni edilen şey, anlaşmazlıkların diplomasi yoluyla müzakere masasında ele alınarak halledilmesi ve silahlı çatışmanın önlenmesidir.
Ne var ki bu bir türlü sağlanamıyor. Bunu gerçekleştirmek üzere kurulan mekanizmalar çoğu kez aciz veya yetersiz kalıyor. Örneğin Birleşmiş Milletler ve ona bağlı organlar gibi...
Kriz ve gerginlikler karşısında bazı ülkelerin veya kurumların devreye girdiği hallerde de, anlaşmazlığı sonlandıracak siyasi çözüm değil, sadece her an bozulabilecek bir ateşkes
veya çatışmasızlık hali kurulabiliyor.
Bunun böyle olmasının, yani asıl beklentileri karşılamamasının nedenlerini anlamak zor değil. Uluslararası ihtilafları çözecek, haklıyı haksızdan ayıracak, ona göre bir düzen kuracak, bir sistem, devletler üstü bir otorite yok. Buna en yakın sayılan BM’nin Güvenlik Konseyinin aldığı sözde bağlayıcı kararlar dahi hayata geçirilemiyor. Anlaşmazlıkla yakından uzaktan ilgili devletlerin çıkarları ön plana geçiyor. Yaptırım uyarı ve uygulamaları dahi fayda etmiyor.
Kısacası, uluslararası anlaşmazlıklarda, ülkelerin iç düzenindeki gibi, mahkemesiyle, güvenlik güçleriyle, ihtilaflarda etkin bir şekilde devreye giren bir otorite yoktur. Dolayısıyla, diplomasi veya “yumuşak güç” bir yere kadar işliyor, anlaşmazlık-ları kriz ve çatışma noktasına gelmeden bertaraf edemiyor.
Bununla beraber, bu yöntemin en büyük katkısı ve yararı, sorunları kökünden çözmezse de, dondurmak suretiyle bir çatışmasızlık hali oluşturabilmesidir.
***
Bölgedeki son gelişmeler uluslararası uyuşmazlıklarda “sert güç”ün etkinliğini ortaya koymuştur.
“Güç gerçeği” yeni bir olgu değil. Tarih boyunca da öyle oldu. Yakın geçmişteki olaylarda bunun örnekleri çoktur.
Bölgemizde Türkiye’nin son zamanlarda, “yumuşak güç” veya diplomasi seçeneğini açık tutmak kaydıyla, giderek “sert güç” yoluna başvurduğu görülüyor. Ankara, Doğu Akdeniz’de Yunan-Kıbrıs Rum tarafının tek yanlı “oldu-bitti” uygulamalarına karşı, askeri caydırıcılık stratejisine başvuruyor ve yeni bir statü kurmaya çalışıyor. Türk hükümeti bu kapasite ve olanağa sahip olmak için son zamanlarda askeri gücünü artırdı ve bu alandaki üstünlüğü sahada da sergiledi.
Ümit edilir ki Doğu Akdeniz’de oluşan yeni durum tarafların masaya oturup çözüm aramaları imkânını sağlar.
Türkiye, diğer bir bölgede, Irak’ta ve Suriye’de de “güç stratejisi”ni, bu kez silahlı müdahalelere girişerek uygulamış, bunda da hedeflediği başarıları elde etmiştir.
Halen Kafkasya’da da Türkiye’nin desteklediği Azerbaycan “sert güç” stratejisini uygulayarak, Ermeni işgali altındaki topraklarını “azad etme” yolunda. Yıllarca diplomatik çabalarla ulaşılamayan bu hedef şimdi çok daha yakın gözüküyor.
Bu örnekler gerçeği yansıtan objektif tespitlerdir. Keşke bu anlaşmazlıklar “sert güç” kullanmak zorunluluğunu yaratmasaydı ve sorunlar çatışma alanında değil, müzakere masasında halledilip kalıcı barış ve istikrar kurulabilseydi.
Ne yazık ki dünya günümüzde dahi böyle bir düzene hâlâ kavuşmuş değil...