Her altı ayda bir, AB Başkanlığı görevini üye ülkelerden birinin lideri devraldığında, Ankara’da bu değişikliğin Türkiye açısından ne ölçüde “hayırlı” olacağı sorulur.
Bu hafta (1 Temmuz’da) Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in AB Başkanlığı koltuğuna oturmasıyla, aynı soru gündeme geldi, yeni dönemde “donmuş” durumda olan Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlandırılıp canlandırılmayacağı merakla soruldu.
Türk yetkililerinin buna verdiği yanıt “ihtiyatlı bir iyimserlik” olarak nitelendirilebilir. Bir bakıma Şansölye Merkel’in bu görevi devralmasının Türkiye’de bir fırsat olarak değerlendirildiği ve bazı beklentiler yarattığı da söylenebilir.
Bunun sebepleri var tabii. Almanya, AB’nin en güçlü ve nüfuzlu üyesi. Sözünü geçirebilecek durumda. Üstelik bazı seleflerine kıyasla, Türkiye’yi iyi bilen ve anlayan bir ülke. Şansölye Merkel’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yakın bir dostluğu ve yapıcı bir diyaloğu var. Bu faktörlerin Türkiye-AB ilişkilerine de bir yansıması olabilir.
Fırsatlar ve zorluklar
İlk bakışta fırsat sayılan bu faktörlerin yanı sıra birtakım zorlukların ve engellerin bulunduğunu da görmek gerek.
AB’de dönem başkanlarının yetkileri (görev süresi gibi) oldukça sınırlıdır, yani o istediğini yürütme organı olan komisyona empoze edemez. Dolayısıyla, yeni dönem için de beklentileri fazla yüksek tutmamak gerek.
Merkel aslında bu görevi çok zor bir zamanda devralmış bulunuyor. Koronavirüs salgını AB’yi her bakımdan çok sarstı. Ekonomik krizden üye ülkeler arasındaki dayanışmaya kadar pek çok ivedi sorun çözüm bekliyor. Sonra AB’nin geleceği, sığınmacılar meselesi, mali destek fonunun oluşturulması gibi konular da gündemin baş sırasında yer alıyor.
Bu da şu demek: Şansölye Türkiye konusunu ihmal etmek istemeyecek, ama örneğin Türkiye ile üyelik müzakerelerinin yeniden başlatılması bu dönemde de söz konusu olmayabilir.
Türkiye’nin diğer bir beklentisi, Gümrük Birliği’nin güncelleştirilmesiyle ilgili. Bu alanda Merkel’in bazı girişimlerde bulunması mümkün. Ama bu meselede siyasi ve teknik anlaşmazlıklar hâlâ devam ediyor. Merkel bunların üstesinden gelmek için uzlaşıcı bir formül bulabilirse, bu önemli bir başarı olacaktı.
Yeni anlaşmazlıklar
Açık konuşmak gerekirse, Türkiye’nin AB üyeliği vizyonunun hayata geçirilmesi bağlamında, bu yeni dönemde de kayda değer bir ilerleme beklememeli.
Ancak gerek Türkiye’nin, gerekse AB’nin müzakere sürecini sürdürmek kararlılığında bir zayıflama yok. İki taraf da birbirinden vazgeçmek istemiyor ve “momentum”un devamında yarar görüyor.
Katılım müzakerelerinin askıda kaldığı son yıllarda dahi iki taraf değişik konularda iş birliğini sıklaştırmaya, ticaretten terörle mücadele ve göç sorununa birçok alanda yeni bağlar kurmaya özen gösterdiler. Bu tam üyelik perspektifine bir alternatif olmamakla beraber, “Yoktan daha iyidir” düşüncesiyle aktif bir destek görmüştür.
Kuşkusuz yeni dönemde de bu tür bir ortaklığın sürdürülmesinde büyük yarar vardır. Ancak, şimdiki konjonktürde bunun sağlanması dahi zorluk arz ediyor.
Örneğin dış politikada son zamanlarda Türkiye ile AB’yi birbirinden uzaklaştıran sorunlar çıktı: Doğu Akdeniz’deki kriz, Kıbrıs, Suriye, Libya meseleleri, Yunanistan ve Fransa ile yeni gerginlikler, Ankara ile AB’yi yakınlaştırmak yerine, rakip veya hasım durumuna getiren gelişmelere dönüştü.
Bu çıkar ve görüş farklılıklarının devam ettiği bir ortamda, Türkiye’nin uzun AB yolculuğunda, bu yeni döneme de fazla ümit bağlamamak gerek...