Önce yerel protesto gösterileri başladı. Sonra bu eylemler ülke çapında yayıldı. Bir süre olaysız gerçekleşen eylemler, karşı görüşlü göstericilere güvenlik güçlerinin müdahalesiyle çatışmalara dönüştü; ölenler ve yaralananlar oldu...
Venezuela’nın halen geldiği durum bu.
Korkulan şey, halkın bu şekilde sokaklara dökülmesi sonucunda bu Latin Amerika ülkesinin kaosa ve iç savaşa sürüklenmesidir. Velev ki bu krize daha fazla kan dökülmeden siyasi bir çözüm bulunsun...
Bu duruma nasıl gelindi?
Venezuela’ya 2000’lerin başında sosyalist rejimi getiren güçlü lider Hugo Chavez’in vefatından sonra yerine geçen Nicolas Maduro, onun izinde yürüyeceğini vaat etmişti.
Venezuela’da “Chavismo”ya karşı çıkanlar olmakla beraber, halkın geniş bir kesimi izlenen sosyal politikalardan memnundu. Yoksulluğa son vermek, daha adil bir gelir dağılımı sağlamak, kamu hizmetlerini geliştirmek için attığı adımlar Chavez’e bir hayli destek kazandırmıştı.
Düşüş yolu...
Anayasa referandumu kampanyası sırasında yapılan dış konularla ilgili sert çıkışlar, yeni dönemde dış politikaya ne kadar yansıyacak? Bundan sonra bir üslup ve yaklaşım değişikliği beklenebilir mi? Veya dış politika rotasında köklü değişiklikler olabilir mi?
Dünkü yazımızda halk oylaması kampanyasında söylenenlerin ışığında bu soruları ele aldık.
Referandum sona erdi ve “evet” çoğunluğuyla yeni bir döneme girildi. Ancak kampanya sırasında bazı dış konular üzerinde söylenenler gene tekrarlanıyor ve benzer bir tavır sergileniyor.
Bu konuların başında idam cezasına dönüş projesi geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan referandumun sona ermesinden sonra halka hitaben yaptığı konuşmalarda bu konudaki kararlılığını tekrarladı ve buna Avrupa’dan gelebilecek tepkileri önemsemediğini vurguladı.
Türkiye’nin böyle bir karar almasının, kurucu üyelerinden biri olduğu Avrupa Konseyi’nden dışlanmasına, Avrupa Birliği’yle de katılım sürecinin kesilmesine sebep olacağı açıkça biliniyor. Nitekim Türkiye’nin idam cezasına dönmesi ihtimaline karşı şimdiden Avrupa kurumlarından uyarılar geliyor.
Hassas sorunlar
Kampanya sırasında sıkça sözü edilen AB üyeliğinden vazgeçme olasılığı, Cumhurbaşkanı’nın
Türkiye’de anayasa referandumundan sonra girilen yeni dönemde, dış politika alanında bazı önemli değişiklikler beklenebilir mi?
Halk oylaması kampanyası sırasında meydana gelen olaylar ve yapılan konuşmalar bu yönde bazı gelişmelerin olabileceği kanısını yaratmış durumda.
Referandumun esas konusu Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle ilgili anayasa değişikliği olmakla beraber, kampanyaya birtakım dış politika sorunları da girmiştir.
Bunların başında Avrupa ile ilişkiler geliyor. Referandumla bağlantılı olarak yurt dışındaki Türk topluluklarına hitap etmek isteyen bakanların ziyaretlerine engel olan Hollanda ve Almanya başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin sergilediği tutum, Ankara’nın sert tepkilerine yol açmıştır. Bu krizin miting meydanlarına yansıması, ağır suçlamaların yapılmasına sebep olmuş ve ilişkileri zedeleyen bir gerginlik yaratmıştır.
Şimdi yeni başlamakta olan dönemde Ankara duruşunda da, üslubunda da aynı sertliği mi sürdürecek, yoksa davranışında ve söyleminde yumuşamayı ve uzlaşmayı mı tercih edecek?
Yol kavşağında
Referandumdan galip çıkan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti iktidarının bu avantajını ilişkileri düzeltmek yönünde kullanması beklenir. Ne var ki bunun henüz
Kıbrıs’ta geçen şubatta “Enosis krizi” nedeniyle kesilen müzakereler BM’nin yoğun çabalarıyla Kıbrıs Türk ve Rum liderleri Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiadis’in vardığı mutabakat sonunda yeniden başladı.
Böylece 22 aydan beri devam eden bu müzakere süreci gene rayına oturtulmuş oluyor. “Bu süreç” dememizin nedeni, Kıbrıs sorununun çözümü için yıllardan beri pek çok sürecin gerçekleşmiş olması ve bunun her seferinde “son” olacağının söylenmesidir. Nitekim Türk tarafı da şimdiki süreci “son şans” saydığını defalarca beyan etmiştir.
“Enosis krizi”nin neden olduğu yol kazasından sonra önceki gün yeniden başlayan görüşmelerin nasıl bir “son” bulacağını herhalde önümüzdeki haftalarda göreceğiz (tabii, yeniden bir yol kazası olmazsa)...
Şeytan detayda...
Hatırlanacağı gibi, “Enosis krizi” Kıbrıs Rum Meclisi’nin Rum kesimindeki okullarda adanın Yunanistan’a ilhakıyla ilgili 1950 referandumunun kutlanmasını kararlaştırması üzerine patlak vermişti. Bu yüzden Akıncı Anastasiadis ile görüşmeyi kesmiş, bu karardan vazgeçilmedikçe masaya dönmeyeceğini bildirmişti...
Olay ve buna gösterilen tepki ilk bakışta abartılmış görünebilir. Ama Kıbrıs meselesinde her olaya bir anlam yüklenir; ayrıca her
Suriye’deki son kimyasal katliam ve bunu izleyen ABD füze saldırısı, 7. yılına giren krizde dengeleri değiştirebilecek yeni bir ortam yaratıyor.
Dengelerin ne şekilde değişeceğini ve nerede oturacağını kestirmek için zaman henüz erken. Bunun seyri önümüzdeki günlerde daha net belli olacak. Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Moskova’daki görüşmelerinin sonucu da bir işaret verecek.
Türkiye açısından son gelişmenin olası etkilerini doğru tahmin etmek için özellikle ABD ve Rusya’nın Suriye stratejilerinin nasıl gelişeceğini görmek gerek.
Şu anda ilk bakışta görünen şey, Trump yönetiminin Suriye’deki hava üssünü vurmakla sergilediği tutumun, Ankara ile Washington’ı yakınlaştırdığıdır. Ama spesifik bir konuda: O da Beşar Esad’a karşı nihayet harekete geçilmesidir...
Ne bekleniyor?
Bu noktada Cumhurbaşkanı dahil Türk yetkililer ABD’ye desteklerini dile getirdiler. Aslında Ankara krizin başından beri Esad’a karşı net bir tavır almış, onun bir an önce iktidardan uzaklaştırılmasını istemiştir. Bu tutum Türkiye’yi, Esad’ı aktif olarak destekleyen Rusya (ve İran) ile karşı karşıya getirdiği gibi, Şam’daki rejimi tolere eden ABD ile anlaşmazlığa düşürmüştür.
Şimdi Trump’ın
Amaç sadece Beşar Esad’ı İdlib kentinde kimyasal katliama sebep olduğu için cezalandırmak mıydı? Yoksa bunun ötesinde hedef onun devrilmesini, rejimin değişmesini sağlamak mıydı?
ABD’nin geçen cuma sabahı El Şayrat hava üssüne karşı giriştiği füze saldırısından günler sonra hâlâ kesin yanıtı belli olmayan bir soru bu...
Trump yönetimi yetkililerinin bu konudaki konuşmaları birbirini tutmuyor. Kimine göre, girişilen operasyon sınırlıydı ve sırf caydırıcı bir amaç güdüyordu; kimine göre ise Trump yönetimi artık Esad’ın gitmesi gerektiği kanısındadır.
Trump’ın belirsizliği
Bundan çıkan sonuç, Başkan Trump’ın henüz kesinleşmiş, netleşmiş bir Suriye stratejisine sahip olmadığıdır. Yani Trump ilk kez doğrudan Esad rejimini hedef alan bir askeri operasyona karar vermek cesaretini gösterdi, ama bu bir seferlik nokta vuruşundan sonra ne yapacağı, Esad’ın geleceği konusunda nasıl bir tutum alacağı, Rusya’nın tepkisi karşısında nasıl davranacağına ilişkin herhangi bir işaret vermedi.
Bunun önümüzdeki günlerde netleşmesi bekleniyor. Bugün Moskova’ya gidecek olan Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Rus mevkidaşıyla yapacağı görüşme bu konuda herhalde bir ipucu verecek. Rusya şimdilik Trump yönetimine
ABD’nin Suriye’de hafta içinde İdlib’e karşı kimyasal saldırıda kullanılan hava üssünü Tomahawk füzeleriyle vurması, Trump yönetiminin politikasında önemli bir değişikliği gözlerin önüne serdi.
Daha birkaç gün önce yönetim yetkilileri Suriye’deki öncelikli hedefin Esad değil, IŞİD olduğunu söylüyorlardı. Bu söylem Washington’un Şam’daki rejimle pek ilgilenmediği izlenimi yaratmıştı.
İdlib’e karşı girişilen kimyasal katliam, Trump’ın tutumunu değiştirmesine ve Esad rejimini doğrudan hedef almasına yol açtı.
Trump’ın Suriye’deki hava üssüne karşı füze saldırısı kararıyla ABD ilk kez Esad’ın ordusunu hedef almış ve Suriye savaşına katılmış oluyor. Böylece ABD Obama yönetimi sırasında Suriye’de gösterdiği çekingenliğe son vermiş ve daha aktif davranmış bulunuyor.
Bir taşla çok kuş
Trump ve ekibi Suriye’ye karşı sınırlı da olsa bu askeri operasyonu kararlaştırırken, bir taşla birkaç kuşu vurmayı amaçlamış olsa gerek. Bu amaçlar şöyle sıralanabilir:
1) Esad’ı kimyasal silah kullandığı için cezalandırıp, bu vahşetin tekrarını önlemek. Bu konuda sadece kınama değil, aksiyon bekleyen uluslararası camianın desteğini kazanmak.
Geçen ayın sonlarında Kerkük’te resmi binalara Irak milli bayrağının yanına Kürt bayrağının çekilmesi sürpriz yaratmış, içte ve dışta tepkilere yol açmıştı... Çok geçmeden, statüsü çok tartışılan bu kentte ikinci bir sürpriz gerçekleşti. Bu kez Kerkük İl Meclisi, kentin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlanması için bir referandumun yapılmasına karar verdi...
Peş peşe cereyan eden bu iki olay, Kerkük’e hâkim olan Talabani yanlısı Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve bölge Valisi Necmettin Kerim’in eseri.
Aslında bu iki gelişme dışarıdan sürpriz olarak görünse de kentte yaşayanlar ve Irak’ı yakından izleyenler bu olanlara
fazla şaşırmış değiller.
Kendisini KYB’nin lideri ve Kerkük’ün hâkimi sayan Necmettin Kerim’in neyin peşinde olduğunu ve o yönde adım adım nasıl ilerlediğini bilen biliyor...
Amaç ne?
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden (ORSAM) Irak uzmanı Bilgay Duman’ın deyişiyle, Kerkük’te resmi binalara Kürt bayrağının çekilmesi basit bir olay değil. Bu Kerim’in -ve KYB’nin- esas amaçlarına varmak için giriştiği bir hamledir. Bunun zamanlaması da ilginçtir.