Türkiye’nin kabarık dış politika gündemine şimdi bir de Libya krizi ekleniyor.
Ankara önümüzdeki günlerde ve haftalarda bu yeni cephede de mücadele vermek durumunda.
Hukuki ve diplomatik alanda bu mücadele, özellikle uluslararası platformlarda başladı bile. Şimdi olası bir askeri cepheden de söz ediliyor.
Libya’yı birdenbire bu şekilde gündeme getiren olay, Türkiye’nin bu ülkeyle, Doğu Akdeniz bölgesinde, deniz alanlarının sınırlarını belirleyen bir anlaşma imzalamasıdır. Bu geçen günkü yazımda da belirttiğim gibi, bölgedeki jeostratejik dengeleri değiştirecek bir gelişme. Buna karşı çıkan bölgesel ve küresel güçler, karşı bir hamle için adeta seferber oldular. Yunanistan’ın önayak olduğu bu kampanya, hukuk cephesinde Lahey Adalet Divanı’nda, siyasi cephede AB’den BM’ye kadar çeşitli uluslararası platformlarda yürütülüyor. Bu vesileyle Libya meselesinde zaten bir süreden beri mevcut olan gruplaşmalar veya diğer bir deyişle cepheleşme olayı daha belirgin şekilde gözlerin
Türkiye ile Libya arasında, Doğu Akdeniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin mutabakat muhtırasının imzalanmasıyla, bölgede güç dengelerini değiştiren yeni bir jeostratejik durum ortaya çıktı.
Türk diplomasisinin bu hamlesinin bölgesel platformdaki yansımaları önümüzdeki haftalarda ve aylarda çok
konuşulacak ve şimdiden
kestirilmesi zor önemli gelişmelere yol açacaktır.
Şu anda bu mutabakatla, bir süre önce Kıbrıs etrafındaki sularda gözlenen sürtüşmenin sınırları daha geniş bir alana yayılmış ve çeşitli ülkeleri içine alan bir cepheleşmeye yol açmış görünüyor.
Sonra aynı anlaşma, Türkiye’nin artık Doğu Akdeniz’de önemli bir aktör olduğunu, buradaki haklarını ve varlığını korumaya kararlı olduğunu da açıkça ortaya koymuş oluyor.
Hak hukuk meselesi
Türk-Libya anlaşmasının yarattığı fırtınanın bir hukuki yönü vardır, bir de siyasi boyutu.
Ortak bildiriye ve yetkililerin resmi açıklamalarına göre “tam bir birlik ve dayanışma” sağlandı. Özel demeçlerde ve kulislerdeki konuşmalarda kullanılan ifadeler ise, temel pozisyonların pek değişmediğini, görüş ayrılıklarının devam ettiğini gösteriyor.
NATO’nun 70. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle Londra’da düzenlediği zirve, gergin ve sıkıntılı bir havada başladı ancak genel prensipler üzerinde bir mutabakatla sona erdi.
Bu açıdan bakıldığında, zirve bir başarı sayılabilir. İşte, NATO dağılmıyor, çökmüyor: 70 yıl sonra hâlâ yaşıyor ve varlığını sürdürme kararlılığını koruyor.
Londra zirvesinden böyle bir kararlılığın çıkması kuşkusuz çok önemli. Ancak zirvenin gündemine gelen birçok meselede, sonuç bildirgesindeki muğlak ifadelere rağmen, bir görüş birliği sağlanamadığı da açık. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Londra’da yaptığı açıklamalardan, Başbakan Trump’ın demeçlerinden ve uluslararası medyanın sızdırdığı haberlerden anlamak mümkün.
NATO, kuruluşunun 70. yılını bugün Londra’da düzenlenecek zirvede kutlamaya tam hazırlanırken, bir “Türk sürprizi” ile karşılaştı.
Bu beklenmedik olay, Türkiye’nin, NATO’nun Polonya ve Baltık ülkelerini kapsayan kuzey cenahının yeni savunma planlarını veto etmesiyle ilgili. Aslında Ankara, “Rus tehdidi”ne karşı tasarlanan bu savunma planına karşı değil. Prensipte bu konuda ittifak içinde bir görüş birliği var. Ancak Türkiye’nin bu çıkışı başka bir nedene dayanıyor: Türkiye, NATO’nun güney cenahının savunma planlarında “tehdit” algısının açıklık kazanmasını, dolayısıyla PYD/YPG’nin bu tehdidin bir kaynağı olduğunun vurgulanmasını istiyor. Böyle olunca da, tüm müttefik ülkelerin bu terör örgütüne destek vermemesi ve buna karşı savaşan Türkiye ile dayanışma halinde olması gerekir.
İşte bu son noktada, ABD başta olmak üzere 8 NATO üyesi bu görüşe karşı çıktı. Bu itiraz karşısında da Türkiye, Kuzey cenahı ile ilgili savunma planlarını bloke eden bir tavır ortaya
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yapıldığı 1974’ten bu yana, yıllar boyunca, karşılıklı uzlaşmaya dayalı bir çözüme varılması için, sayıları artık hesaplanamayacak kadar çok görüşme gerçekleşti. Bunca toplantıdan, plandan ve diplomatik girişimden sonra, bu uzun müzakere sürecinden bir arpa yol kat edilmedi. Sorun hep yerinde saydı.
Geçen hafta sonu, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, iki yıla yakın bir zamandır kesik bulunan müzakereleri yeniden başlatmak için bir girişimde bulundu: İki toplumun liderlerini, Mustafa Akıncı ve Nikos Miçotakis’i Berlin’de bir araya getirdi.
Aslında bu buluşmanın amacı, Kıbrıs meselesinin özündeki anlaşmazlıkları müzakere edip ortak bir çözüme ulaşmak değil, böyle bir sonuca nasıl varılabileceğini araştırmaktı. Yani bu, yöntem ve usulle ilgili bir egzersizdi, diğer bir deyişle, “görüşme için görüşme” niteliğindeydi...
Eğer bu kadar spesifik ve sınırlı bir mutabakat sağlanabilseydi, gene de Guterres’in inisiyatifinden somut bir sonuç çıkmış
Geçen cuma günkü yazımızda, Tahran’dan Hong Kong’a, Bağdat’tan Barcelona’ya kadar, dünyanın çeşitli yerlerinde adeta eş zamanlı olarak cereyan etmekte olan gösterilerin nedenlerini irdelemeye çalışmıştık.
Genelde bu nedenler ülkeden ülkeye değişiyor: Kiminde insanlar ekonomik sıkıntılardan hoşnutsuzluklarının duyurmak için sokaklara dökülüyor; çoğu ülkede yolsuzlukları, adaletsizlikleri, eşitsizlikleri protesto etmek için, bazısında da özgürlük veya bağımsızlık davası için...
Bu farklılıklara rağmen, bu tür sokak hareketlerinin bazı ortak özellikleri de var. Başlıca özellik, insanların arzuladığı değişim ve reformların, işbaşındaki yöneticiler ve politikacılar tarafından gerçekleştirilmesi umudunu kaybetmeleri ve sonuçta çareyi meclisten veya benzer kurumlar yerine sokaklarda aramalarıdır.
Geçen haftaki yazımızın mürekkebi kurumadan, o listede adı geçen ülkelere yenileri eklendi. Bunların çoğunun Latin Amerika ülkeleri olması dikkat çekici. Dünyanın o
İran’dan Şili’ye, Irak’tan Hong Kong’a, Lübnan’dan İspanya’ya kadar, bütün dünya ayakta, daha doğrusu, sokaklarda...
Gün geçmiyor ki bu ve diğer birçok ülkenin başkentlerinden sokak gösterileri, direniş ve protesto, hatta kanlı çatışma haberleri gelmesin.
Ne oluyor? Değişik ülkelerde bu kadar insan sanki kendi aralarında sözleşmiş gibi eş zamanlı olarak neden sokaklara dökülüyorlar, istedikleri ve beklentileri nedir?
Farklı nedenler
İlk bakışta bu sokak gösterileri birbirinin benzeri görülse de, aslında nedenleri itibarıyla aralarında önemli farklar vardır.
Kuşkusuz en yaygın neden, bu ülkelerin ekonomik durumuyla ilgili. Bu işsizlik, geçim sıkıntısı, yoksulluk olabilir. Bu duruma bağlı olarak eşitsizlik, adaletsizlik ve bunun yarattığı öfke olabilir. Ayrıca hissedilen ve yöneticiler tarafından gizli tutulmaya çalışılan yolsuzluklar ve adam kayırma gibi olaylar da olabilir...
Türkiye’nin son zamanlarda izlediği dış politika, uluslararası ilişkilerde şimdiye kadar pek rastlanmayan, yeni bir konsepti gündeme getirdi.
Bu kavrama göre siyasal-askeri bir ittifaka dahil olan bir ülke, gerek duyduğunda, ona rakip veya hısım sayılan başka bir ülke veya örgütle benzer türden bir stratejik bağ kurabilir... Bu politikanın başarılı olması ya da olmaması ise, tabii ittifak ortaklarının böyle bir davranışı ne ölçüde kabul edeceğine bağlı...
***
Bu konuyu uluslararası gündeme getiren olay, NATO üyesi Türkiye’nin Rusya’dan S-400 savunma sistemini satın alması ve Moskova ile artık resmi demeçlerde de kullanılan terimiyle bir stratejik ortaklık kurmasıdır.
Aslında Soğuk Savaş döneminde böyle “çift boyutlu” bir ilişki biçimi düşünülmezdi bile. Ama 21. yüzyılın başından itibaren uluslararası güç dengelerinde köklü değişiklikler oldu. Gerçi NATO varlığını sürdürdü (hatta genişledi de) ama bu bloka mensup ülkeler Rusya ile yakınlaşmaktan çekinmedi. Bu ülkeler