Berlin’e ilk defa 1980’li yıllarda İstanbul-Berlin şehir kardeşliği hazırlık toplantıları için gitmiştim. Tabii o günlerde Doğu ve Batı Berlin arasındaki duvarı merak etmiş, ilk olarak oraya koşmuştum. O yıllarda Tegel Havaalanına sadece imtiyazlı hava yollarının uçakları inebiliyordu. Berlin’e seyahat edecekler bazı havaalanlarında inerek uçak değiştirip, Berlin’e ulaşabiliyorlardı. Yine o günlere dönersek, Berlin Almanya içinde yarı özerk şekilde yönetiliyordu. Belediye başkanının unvanı tercüme edildiğinde, ‘Hükmeden Başbakan ve Belediye Başkanı’ gibi enteresan bir sıfat ortaya çıkıyordu. Şehirde asker çoktu, müttefik kuvvetlerin üsleri adeta küçük birer mahalle gibiydi. Şehrin ileri gelenleri ve diplomatlar buralarda sosyalleşiyorlardı.
Doğu ise, daha az ışıklı fakat batıya nazaran makul fiyatlıydı. Sadece bazı taksilerle o tarafa geçilebiliyordu. Konsoloslukta görevli bir arkadaşımla doğuya yemek yemeye gittiğimizde, o yıllardaki hali klasik bir doğu bloku şehriydi, bu arada binaların ihtişamı görülmeye değerdi. Berlin geneline bakacak olursak, gerek başkentliğinde gerekse Almanya’nın en kalabalık şehri olarak kültür alanında çok zengin olduğunu görürüz. Diğer bir husus da
Taksim’de Lamartin Caddesi’ndeki bir eve gelmişim hayata “Merhaba” dediğim gün... Nişantaşı ve Beyoğlu yolculuğum çok kısa sürmüş sonra da emeklemem, Mustafa Kemal Atatürk’ün heykelinin önünde ilk kez selam vermem ve rahmetli anneciğimle Taksim Parkı’nda oynamam, ben hatırlamasam da bana anlatılan
detaylardı.
Yıllar yıllar geçti İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde görev yaptığım zamanlarda hayatımı kolaylaştıran, İstanbul’un misafirlerine en iyi şekilde ev sahipliği yapan Ünsal Şınık ile Elit World Otelleri’nin Taksim’deki kompleksinde bir araya geldik. İstanbul’daki otellerin alakart restoranlarının belli bir seviyede olduğu düşünülür. Ben de aynı düşünceyle kış bahçesindeki masaya oturdum. Sağımda muhteşem kuyruklu bir Steinway piyano, solumda perişan haldeki Şehit Muhtar Sokak, çöpler ve dilenciler yani tam bir paradoks...
Tek kelimeyle ‘enfes’...
Dönelim biz masamıza, ilk gelen bir resim gibi şahane renklerdeki zeytinyağlı tabağına bayıldım. İçinde bildiğimiz mevsim sebzelerinden zeytinyağlıların dışında, Ermeni pilakisi, fındıklı haydari ve biber dolması vardı. Hepsi son derece leziz ve tazeydi. Ardından Norveç somonunu tattık. Baharatlarla kaplanmış bir fileto olarak
Uzun zamandır yolum Karaköy’e düşmüyordu. Doğrusu hem Galata Port inşaatının son durumunu merak ediyordum hem de Mürver’e gitmek arzusundaydım. Bu hafta İstanbul Deniz Otobüsleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı ve arkadaşım Necmi Bozantı, buluşmamızı Yenikapı yerine Mürver’e alınca, bir taşla iki kuş vurmuş oldum.
İDO iyi yolda...
Öncelikle kuruluşunda, ilk deniz otobüsünün Norveç’in şirin sahil şehri Bergen’de inşa edilişine, zamanın belediye başkanı Bedrettin Dalan’ın Çaka Bey’i denize indirişine kadar hepsi gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Sohbetimiz sırasında deniz otobüslerinin bu yaz yeni destinasyonları ve planları olduğunu öğrenmek beni mutlu etti.
Hem faydalı hem de
İstanbul trafiği için elzem olan bu kuruluşa devletin ve Büyükşehir Belediyesi’nin de destek vermesi gerektiğinin bir defa daha altını çiziyorum bir İstanbullu olarak...
Galata Port projesi
İstanbul’un artık yeniden kaliteli, zengin Avrupalı ve Amerikalı turistleri çekmesi gerekiyor. Şu anda şehirde sahip olduğumuz birbirinden şık, kıymetli, son derece büyük özveri ve profesyonellikle işletilen çok yıldızlı otellerimiz, Kapalıçarşı’mız, Mısır Çarşı’mız rahat bir nefes alsın diye... Bunun yolu Galata
Geçtiğimiz hafta sonu Roma’daydım... ‘Turizm mevsimi daha başlamamıştır’ diyordum içimden, uçağımıza check-in yaparken gördüğümüz manzaraysa hepimizi şaşırttı. Roma’ya iki koridorlu büyük bir Türk Hava Yolları uçağıyla gidiyorduk. Neredeyse tam doluydu, vatandaşlarımızdan çok turist yolcular vardı, onurlandık her zamanki gibi...
Fuimicino’da pasaport sırası bir saat kadar sürdü. Trense şehre bizi ayakta götürdü. Neden bu detaylara iniyorum? Mart ayında hava 12 derce, akşamları 3 dereceye düşüyor ama meşhur Fontana die Trevi’ye (Aşk Çeşmesi) yaklaşamıyorsunuz bile... Tabii eğer bir şehir kendi başına yılda 10 milyon üzerinde turist ağırlıyorsa, durup düşünmek ve ders almak lazım.
Üç vazgeçilmezim
Arnavut kaldırımlı dar yollar, dükkanlar, müzeler ve tarihi eserler önündeki kuyruklar her daim mevcut. Bu arada dikkatimi çekti, her önemli noktada tam teçhizatlı askerler otomatik silahlar ve zırhlı araçlarla bekliyorlar. Son derece caydırıcı ve rahatsız edici ama eminim ki mecburlar.
Benim için Roma’nın üç vazgeçilmezi var: Birisi, gün içinde 250 yıllık mazisi olan Cafe Greko’da oturup, kahve içmek; diğeri, kuyrukta bekleyip, Via della Rotonda’daki Cremeria Monte Forte’den bir ev
İtalya’nın önemli turistik ve ticari şehirlerindendir Milano... Her mevsim dünyanın dört bir yerinden insanlar bu şirin şehrin gizli kalmış cennetlerini görmeye gelirler. ‘Moda ve tekstil fuarlarının Avrupa merkezi’ demek, çok doğru olur mu bilemem ama ‘bu ürünlerin tedarik noktası’ dersek, doğru olur. Tarihi eserlerinin zenginliği ve görkemi, bu şehri turistik açıdan da bölgenin en rağbet gören şehirlerinden biri yapmaktadır. Şüphesiz ki buradaki en önemli yapıt, dünyanın en büyük bu tarzdaki katedrali olan Duomo di Milano’dur. Yine Avrupa’nın tarihi ve en eski alışveriş merkezlerinden olan Galleria Vittorio Emmanuelle II ziyarette ilk sırayı alan yerlerdendir. Arkasından gidilen noktaysa yine dünyanın sayılı ve en büyük opera binalarından biri olan Scala’dır.
Şehirde ne yenir?
Bunu sormadan önce, bir kere kesinlikle çok güzel kahve içilir. Her yerde güzel kafeler bulmak mümkün, oturup meydanları, tarihi anıtları ve heykelleri seyrederek (eğer hava da şansınıza güzelse) bir fincan kahve içmek, tadına doyulmaz bir aktivitedir. Daha sonra sizlere Via Procaccini’deki Pizzium’a gitmenizi tavsiye ediyorum. Bu pizzacıda İtalya’nın meşhur tatlarıyla yapılan pizzaların dışında,
İstanbul’da balık azaldıkça, su ürünleri satan mekan sayısı artıyor. Zira yeni bir ihracat yolu açıldı. Bir süredir Afrika, Asya ile Avrupa’dan, balıklar ve deniz mahsulleri ülkemize gelmeye başladı. Anlamayana Boğaz’ın, Ege’nin diye sunuluyor bir kısım lokantalarda... Ve maalesef bunlar tüketiliyor. İnşallah bunların menşeini de açıkça söylerler.
Şimdi gelelim bugünkü yazımıza. Mesleki deneyim açısından tarihi oldukça eskiye dayanan ve artık gitmesi de zahmetli olmayan bir mekandan bahsedeceğim sizlere. Therapia, 2009’dan beri bir aile işletmesi. Önce baba Alim Aslan, şimdi de oğlu İlker bu işi götürüyor. Yıllar önce gittiğimde beni kalbimden vuran, duvardaki dev ekranda gördüğüm eski İstanbul manzaraları olmuştu. Hem milli balıklarımız hamsi ve istavriti yemiş hem de tarihi Moda iskelesini, her gün daha özlediğimiz büyük Atatürk’ün Moda Deniz Kulübü önünde sandalda kürek çekerken ki resmini izleme şansı bulmuştum. Denize baktığımda ise en çok dikkatimi çeken İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’le birleştiği noktanın açık havalarda net olarak görülmesiydi. Şimdilerde İlker’in yaptığı yeniliklerden biri dekorasyonu değiştirmek olmuş ve ekranı kaldırmış. Bununla yetinmemiş, ikinci
Divan, Bebek için bir klasiktir,
değişmeyen çizgisi, içerisinde devamlı yaptığı değişiklikler ve yeniliklerle ondan vazgeçemeyen misafirleri tarafından yakından izlenir.
Personelle müdavimler adeta kaynaşmışlardır, kim sigara içer kim yüksek ısılı bölümü sever bilirler ve misafirlerini ona göre yerleştirirler. Mutlu etmek, daha ilk adımdan başlar.
Son yıllarda yemeklerde bir modernizasyona ve çoğunlukla da vegan tipi tabaklara gittiler. Galiba bu kararda Koç Ailesi’nin de rolü var, zaten Divan onların hep büyüteci altında... Son gidişimde yediğim narlı enginar dolması, doğrusu başlı başına muhteşem bir tattı. Yine içinde taze çalı fasulyesi, portakal, nar ve mango olan çeşitli taze otlarla bezenmiş bahar fasulyesi de favorilerim arasına girdi. Mevsimlik tat olan sakız kabağı, zencefil, kişniş ve lime karışımıyla yapılan kişniş tadının hakim olduğu çiğ kabak da, mevsiminde hoş bir lezzet...
Emek ve başarı
Tüm bu lezzetlerin altındaki imza Abant İzzet Baysal Üniversitesi aşçılık bölümü mezunu, daha sonra Roma’da iyi bir eğitim almış Muhammed Al’a ait. Tabii bunda restoranın müdürü Murat Kaleş’in de takibi ve emeği dikkat çekiyor.
Şimdi gelelim Divan’ın menüsüne, kuşkonmaz,
Akaret sıraevleri ve Şair Nedim Caddesi’nin olduğu bölge, her geçen gün yeni markalara kucak açıyor, onları misafir ediyor ve tanıtıyor. Bölgenin bu kaliteli yükselişinin faydası, tüm Beşiktaş’a yansıyor... Bugün sizlere bahsetmek istediğim Kebapçı İskender, 1867’de kebapçı Mehmet İskenderoğlu tarafından açıldı. 150 küsür yıldır Bursalılar’a ve turistlere, şehrin markası olarak hizmet veriyor. Bu ün o kadar ileri gitti ki, ‘İskender yeme turları’ bile tertip ediliyor. “Nedir İskender’in kerameti?” derseniz, ailenin Newyork’ta üniversite okuyan torununun oğlu Oğuzhan İskenderoğlu’yla
konuşmamı anlatmak isterim.
Kömür, Uludağ’ın Akça Köyü’nün güney yamacındaki odunlardan kesiliyor. Domates Simav’dan geliyor, zira ailenin domates tarlalarının altından tabi sıcak su geçiyor. Patlıcan, Urfa Birecik’ten geliyor. Yoğurt, Bursa’da özel bir imalathanede İskenderoğlu için tavalarda inek sütünden üretiliyor. Pide, ekşi mayayla dedelerinin kullandığı undan, her dükkanda meşe odun fırınında yapılıyor. Tereyağı, kokuyu ve tadı güçlendiriyor, Ezine bölgesinden toplanan keçi kremasından, Bursa’da üretiliyor.
Gelelim en önemli unsur olan ete, o da Karacabey’deki aile çiftliğinde yetiştirilen