Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Doksanlı yıllar, Refah Partisi ve İslamcılığın yükselişine karşı ‘laikçi’ kesimin heyheylendiği zamanlardı. Yok, sadece askeri vesayet’ten bahsetmiyorum, sivil kesim askerlerden, devlet bürokrasisinden hiç de daha ileri bir noktada değildi. Tam tersine, Beyaz Türk dünyası tam bir hezeyan içindeydi. Bu hezeyan, en görünür dindarlık simgesi olan ‘başörtüsü’ konusuna kilitlenmişti. Bugünün ‘demokratlar’ının birçoğu, ‘başörtüsüne özgürlük’ denilince hop oturup hop kalkıyordu. O günün en demokratlarının özgürlük sınırı ise ‘kamu alanı’, ‘hizmet alan-veren’ ile çiziliyordu.
Bunlar gazetelerde okuduklarımız idi, işin bir de sosyal çevrede cereyan eden kısmı vardı. Beyaz Türk Dünyası’nda dost, aile meclislerinde konu döner dolaşır ‘başörtüsü’ne gelirdi, kıyamet orada kopardı. Bu esnada, ben henüz köşe yazmadığım, görüşlerim yaygın medyada yer almadığı/alamadığı dönemlerde bile, bizim çevrelerde bilinir, her arkadaş toplantısı, aile buluşması beni sorgulayan engizisyonlara dönerdi. Bazı arkadaşlar nezdinde bir tür ‘fil adam’a dönmüştüm, masum bir yemek davetinde karşıma bana takılacak birileri çıkar, ev sahipleri bundan sonra olacakları temaşa ederlerdi.

Arşivlere isteyen bakabilir
Tartışmayı aşan sorgulama seanslarında üzerinde en çok durulan konulardan biri, muhafazakâr çevrede yetişen kızların başörtüsü takmasının, ‘bir özgürlük meselesi’ olamayacağı, meselenin bir ‘aile baskısı’ olduğu konusu idi. Yıllarca bu yönde giden akıl yürütmelere karşı, her ailenin aslında kendine has hayat tarzının çocuğuna intikal edeceğini, her ailenin çocuğunu kendi değerler dünyasına uygun yetiştirmeyi arzu ve hak ettiğini anlatmaya çalışıp durdum. Daha sonra Radikal’de yazmaya başlayınca, bu konu üzerine birkaç kez yazdım. Laik ailelerin evlerinde yetişen bizlerin içki içmek gibi alışkanlıklara nasıl yatkın yetişiyor ve kimsenin buna karışma hakkı olmuyorsa, dindar evlerde yetişenlerin dini değerler konusunda benzer tanışıklıkları olduğunu ve buna kimsenin karışma hakkı olmadığını vurguladım. Arşivler ortada, isteyen herkes geri dönüp bakabilir.
Gün geldi, devran döndü, her şey fazlasıyla değişti. Muhafazakârlığa, dini değer ve sembollere karşı dayatma ve saldırganlığın geri çekilmesi yönündeki değişimler, bence son derece sevindirici oldu. Ama gelin görün ki, iş bu kadar ile kalmadı. Bu sefer, ‘dindarlar iktidarda olduğu için, diğer kesimlere karşı bir mahalle baskısı oluşuyor’ diye görüş bildirenlere karşı saldırganlık ortalığı kapladı. En son olarak, Başbakan’ın ‘dindar nesiller yetiştireceğiz’ şeklindeki beyanı tartışılırken, bir kez daha, değişimin demokratikleşme ve özgürlüklerin alanının genişlemesi değil, iktidar olanın kendi baskı dilini oluşturma süreci olduğunu izliyoruz. Benim açımdan bu tartışmada en dikkati çeken görüş, Ahmet Turan Alkan’ın ‘Çocuğa ebeveyn dayatması ne olacak peki?’ başlıklı yazısında (4 Şubat) ifade ettikleri oldu.

Müdahale hakkı sınırlıdır
Alkan’ın da dikkat çektiği, çocuğun üzerinde ebeveyn haklarının sınırı önemli bir hukuk ve siyaset kuramı sorunudur ve fazlasıyla tartışmalıdır. Modern hukuk çerçevesinde, kamunun çocuk üzerinde müdahale hakkının sınırları bellidir, ancak bu sınırlar yeni durumlar ile tekrar tartışma konusu olabilir. Mesela, İngiltere’de, bir kez, vejetaryen bir ailenin, çocuklarını besleme konusundaki tavrı nedeniyle sağlık sorunları çıktığında mahkeme kararı ile çocuklarının elinden alınması bile söz konusu olmuştu.
Bu tartışmaları, kategorik olarak reddetmek yerine zenginleştirmek mümkün ve önemlidir. Ancak, çocuğun değerler dünyasının oluşmasında ebeveynlerin telkinlerini ‘baskı’, ‘dayatma’ diye niteleyip buna karşı kamunun çocuğun değerlerini şekillendirme teşebbüs ve iddiaları sadece otoriter rejimlerin özelliği olabilir. Nitekim, dünyanın her yerinde, modern tarihin her döneminde, tüm otoriter rejimlerin tasarrufları bu istikamette olmuştur. Cumhuriyet rejiminin eğitim politikaları ve muhafazakârların değer dünyasını baskılama çabaları bu siyasal bakışın en güzel örneklerini teşkil eder. Bu son tartışma üzerine, Cumhuriyet’in tek tip adam yetiştirme anlayışının muhafazakâr olanı ile yer değiştirdiğini yazanlara sonuna kadar katılmamak mümkün değil. Ama daha acıklısı, daha dün ‘kızlar başörtüsünü aile dayatması ile takıyorlar’ tezinin yerini, Alkan’ın kaldığı yerden alıp, “Bir baba, çocuğunu dine karşı lakayt yetiştirmek istiyorsa, çocuğu bu dayatma karşısında himaye edecek bir merci var mıdır?’ sorusuna varmasıdır. Belli ki, eğitim sisteminin tek tip adam yetiştirme misyonu bu kez muhafazakârlık adına devam edeceği gibi, Çağdaş Yaşama Derneği’ ve benzerlerin keskin tavrının yerini artık, Muhafazakâr Yaşama Dernekleri ve benzerleri alacak. Çok hazin bir mukadderatmış bizimki!