Ünlü kahraman Süpermen bir kez daha beyaz perdede. Ama “Man of Steel”de bu kez köken hikayesiyle karşımıza çıkacak
Şu anda sinemada faal olan süper kahraman nüfusunda bir hayli artış olsa da, Süpermen bir döneme damga vurmuş bir kahraman olarak hâlâ ünlü, hâlâ arada sırada sinema filmleriyle hatırlanıyor. Diğer yandan günümüzde çoğu kişinin en sevilen süper kahramanları listesinin en tepesinde de yer almıyor. Nitekim hatırlatmak gerekirse Bryan Singer ilk iki “X-Men” filmin ardından 2006’da “Superman Dönüyor/ Superman Returns”le ona bir şans daha tanımıştı. Bu denemenin umursanmaması, Süpermen modası geçmiş bir kahraman mı sorusunu beraberinde getirdi. Ama Kaptan Amerika gibi demode bir kahramanın bile hâlâ filmlerinin çekildiği bir Hollywood’da Süpermen’e ölüm yok ve işte bu kez “Man of Steel”le Süpermen’in köken hikayesini izliyoruz.
Film, Süpermen’in gezegeni Kripton’da doğmasıyla başlıyor. Babası Jol-El, onu sonu yaklaşan Kripton’dan gezegenin bütün DNA kodlarıyla birlikte Dünya’ya yolluyor. Burada sevgi dolu bir çift tarafından büyütülen ama uyum sorunu yaşayan Clark Kent’in dünyalı babası ona ısrarla insan üstü yönlerini saklamasını tembihliyor. Akacak kan damarda durmuyor, Clark Kent bir yetişkin olduğunda Kripton’un kötü generali Zod küçük ekibiyle Dünya’yı tehdit edince, Dünya etrafında uçmalar ve kahramanlıklarla alıştığımız Süpermen bizleri selamlamaya başlıyor.
Bağ kurulabilir bir Süpermen mi?
Süpermen’i ailesinden arkadaşlarına tanıyalım diye özetlenebilecek filmin senarist ve yapımcı sıfatıyla perde arkasında, Batman’i sinemaseverlerin gözdesi haline getiren Christopher Nolan var. Nitekim dünyada dışlanan, dünyalı babasıyla sorun yaşayan, gücünü saklamak zorunda kalan Süpermen’e derinlik katma dokunuşlarında Nolan’ın varlığını hissetmek kolay. Yönetmenliği ise “Watchmen” gibi zor bir çizgi roman uyarlamasının altından kalkmışlığı olan Zack Snyder üstleniyor.
Filmde bir yanda, daha bağ kurulabilir bir Süpermen sunma çabası varken, diğer yanda izleyiciyi ambale eden, şehirlerin bile yerle bir olduğu mücadelelerin yaşandığı bir özel efekt şovu var. 3D seçeneğiyle vizyona giren filmde bu iki malzeme arasındaki geçişlerin Nolan’ın Batman filmlerinde olduğu gibi dikiş izlerinin görünmediği ve izleyiciyi kahramanla duygusal bağ kurduracak kurguya sahip olmaması filmi hedeflediği belli olan etkiden uzaklaştırıyor. Cavill ise Süpermen’de kahramanın en ünlü icracısı Christopher Reeve’i özletiyor. Mizaha hiç uygun olmayan performansı ve filmin adı gibi soğuk, çelik gibi Süpermen portresiyle filmin kahramanı sevdirme çabalarına balta vuruyor. Rahat izlenebilen yeni Süpermen filmi, sanırız ki kahramana yeniden kazanması umulan popüleriteyi kazandıramayacak ve yeni bir Süpermen filmine gerek olup olmadığını sorgulatacak.
“Man of Steel”
Yön.: Zack Snyder
Oyn.: Henry Cavill (Clark Kent / Kal-El / Süpermen), Amy Adams (Lois Lane), Michael Shannon (General Zod),
Diane Lane (Martha Kent), Russell Crowe (Jor-El), Antje Traue (Faora-Ul)
Sen.: David S. Goyer, Christopher Nolan Gör.: Amir Mokri Müz.: Hans Zimmer
MUHBİR
Dwayne Johnson uyuşturucu dünyasında
The Rock olarak da tanınan aksiyon aktörü ve eski güreşçi Dwayne Johnson’ın başrolünde olduğu “Muhbir / Snitch”in yan rollerinde ise Barry Pepper
ve Susan Sarandon’ın da aralarında olduğu önemli oyuncular var. Yönetmenliğini Ric Roman Waughn’un üstlendiği filmde, Dwayne Johnson inşaat şirketi sahibi John Matthews rolünde. John, bir süredir görüşmediği oğlunun uyuşturucu ticaretinden tutuklandığını öğrenir. Oğlu ağır bir hapis cezası alınca, savcıyla bir pazarlık yapan John, çeteyi yakalaması karşılığında oğlunun cezasının hafifletilmesi konusunda anlaşma sağlar. Bunun ardından uyuşturucu dünyasına sızar. Film eleştirmenleri “Muhbir” konusunda fikir birliğinde değil. Filmi televizyon dramı seviyesinde gören eleştirmenler de, güzel bir sürpriz olarak nitelendirenler de mevcut.
TRANS
Danny Boyle’un yönetmenlik şovu
En son Londra Olimpiyatları’nın açılış töreninin yönetmenliğini üstlenen Danny Boyle, 90’ların kült filmi “Trainspotting” ve sürpriz Oscar şampiyonu “Slumdog Millionaire”le kendisini defalarca kanıtlamış bir yönetmen. Boyle, yeni filmi “Trans / Trance”te gerçeklik ve hayal arasında hızla gidip gelen zor bir senaryoyu yönetiyor. Filmde Simon (James McAvoy) bir müzayede evinde çalışan bir müzayedeci. Franck’in (Vincent Cassel) liderliğindeki suçlularla 25 milyon dolarlık bir Francisco Goya eserinin çalınmasında işbirliği yapıyor. Ancak soygun sırasında kafasına aldığı bir darbe nedeniyle tabloyu ne yaptığını bir türlü hatırlayamıyor. Soyguncular onu hipnoz uzmanı terapist Elizabeth’e (Rosario Dawson) götürüyorlar ve seanslar başlıyor.
Film, Simon’ın trans halleriyle izleyicinin neye inanacağını karıştırdığı, izleyiciden özel dikkat isteyen bir yapım. Ancak bu tahminler oyunu bir noktadan sonra ilgi çekiciliğini kaybederken, filmin boşluklarla dolu senaryosunu Boyle’ın yönetmenlik hünerleri bir noktaya kadar kapatıyor. Film, Boyle sayesinde zevkle izlenen bir film olsa da yönetmenin kariyerinin hatırlanacak filmlerinden biri değil.
HAVADA AŞK VAR
Yıllar sonra aynı uçakta
Fransız yönetmen Alexandre Castagnetti’nin ikinci uzun metrajlı filmi “Havada Aşk Var /
Amour & Turbulences”, François Ozon’un “Swimming Pool”uyla ünlenen Ludivine Sagnier ve Nicolas Bedos’un başrollerini paylaştığı bir romantik komedi.
Çapkın avukat Antoine, New York’tan Paris’e gitmek üzere uçağa biner. Yan koltuğunda unutamadığı eski sevgilisi Julie oturmaktadır. İkisi birbirlerini hâlâ sevmektedir. Uzun süren uçuş sırasında geçmişe dönüşlerle ilişkilerinin neden bittiğini öğreniriz.
Bu arada uçaktaki diğer yolcular da ikilinin konuşmalarına karışmaya başlarlar.
Yanlış anlaşılmalar yüzünden biten bir ilişkinin yeniden filizlenmesini konu alan film, Hollywood romantik komedisi kurallarıyla oynayan, oyunculuklardan senaryosuna türün sevenlerine yeni bir şey vaat etmeyen bir yapım.
BAŞVURU: KABUL
Ekip iyi ama...
“Başvuru: Kabul / Admission”, Amerikan komedilerinin yeterince hakkı verilmeyen iki sempatik oyuncusunu Tina Fey ve Paul Rudd’ı bir araya getiren bir komedi. Üstelik yönetmen koltuğunda “About a Boy”la kalburüstü bir “kendini iyi hisset” filmine imza atmış Paul Weitz’ın oturması beklentileri daha artırıyor. Ancak filmde ortaya çıkan genel tablo,
bu kadronun potansiyelini kullanmaktan uzak.
Princeton Üniversitesi’nin başvuruları değerlendirme komitesinde bulunan Portia Nathan (Fey), dengeli bir hayat sürmektedir. Bir gün Princeton’ı tanıtmak için gittiği alternatif bir okulun müdürü John’un (Rudd) dâhi diye tanımladığı öğrencisi Jeremiah ile tanışır. Üstelik John, Jeremiah’ın, Portia’nın çok gençken doğurup evlatlık verdiği oğlu olduğuna inanmaktadır. Bunu Portia’ya söyler.
Eğitim sistemi, alternatifleri, kalıplara uymak, uymamak derken “Başvuru: Kabul”ün pek çok konuya ucundan dokunan ama hiçbirinin hakkını vermeyen dallı budaklı bir senaryosu var. Üstelik filmin kalbindeki mevzu Portia’nın anne olmakla ilgili hisleri ve bunun hayatında yarattığı değişim ama bu da eklemlenen romantik komedi tonu nedeniyle derli toplu işlenemiyor. Filmin tonundaki dengesizlikler akılda kalıcı bir ticari filme imza atabilecek bir kadronun hiçbir iz bırakmayan filmle karşımıza çıkmasına vesile oluyor.
Seri katilin peşinde
Meksika yapımı gerilim filmi “Beşinci Emir: Ölüm / El quinto Mandamiento”, Mexico City’de geçen bir seri katil polisiyesi... Seri katilin 11’inci kurbanının polis tarafından bulunmasının ardından katilin yakalanması görevi işinde başarılı ancak alkolik olan dedektif Garcia’ya verilir. Garcia, katilin kişiliğini öğrenmeye başlar.