Düşüşteki erkeğin aşık olduğu yetenekli kadını öne çıkarması konulu filmlerin en yenisi “Bir Yıldız Doğuyor”, klişelerle dolu bir seyirlik.
Venedik Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilen “Bir Yıldız Doğuyor / A Star Is Born”, aktör Bradley Cooper’ın ilk yönetmenlik denemesi. Cooper, riskli bir hikaye seçmemiş. 1937 yapımı orijinal filmlerden beri üç kez yeniden çevrilen, bir de üzerine “The Artist” gibi esinlenmelerle anlatılan bir öykü yeniden karşımızda. Bu kez Cooper’ın canlandırdığı alkolik country şarkıcısı Jack, tesadüfen tanıştığı hem yeteneğine hem de kendisine âşık olduğu Ally’i dinleyicileriyle buluşturuyor. Ally, kariyer basamakları tırmanırken Jack iniyor.
Ally’i Lady Gaga’nın canlandırdığı film, onun ön planda olmasının da etkisiyle pop bir seyir takip ediyor. Sesi ve şarkılarını beğenenler ve Cooper’la arasında bir kimya tutturduğunu düşünenler ABD basınında ön planda ve filmin Oscar yarışında adını duyurması bekleniyor. Ancak kabak tadı vermiş klasik bir hikaye, klişelerle bezeli ve bayat bir tat taşıyor. Cooper’ın Jack’teki performansı filmin en elle tutulur yönü. “Bir Yıldız Doğuyor”, eski hikayenin bu nesle hitap eden versiyonu olarak kabul edilebilir.
Armstro
El Royale adlı bir otelde bir araya gelen eksantrik karakterleri ele alan modern kara film, yakın dönem ana akım sinemanın yüz aklarından
Cloverfield” (2008) ve “World War Z”nin (2013) yönetmeni Drew Goddard, senaryosunu da kaleme aldığı yeni filmi “El Royale’de Zor Zamanlar / Bad Times at the El Royale”de izleyicisini 1969 yılında bir otele davet ediyor. El Royale adlı otelde bir rahip, bir şarkıcı, gizemli bir kadın, bir elektrikli süpürge satıcısı gibi karakterler bir araya geliyor. Ancak kimse göründüğü gibi değil ve şiddet su yüzüne çıkıyor.
Film, kara film türünde modern bir deneme. Filmin dikkatle örülmüş senaryosu izleyiciyi sürekli şaşırtmayı başarıyor ve Goddard’ın özenli yönetmenliği görüntü açısından kusursuz bir kontrol sağlıyor. Jeff Bridges’dan Jon Hamm’e uzanan iyi oyuncular da bu iddialı denemeyi bir adım ileri taşıyor. Filmin geçtiği dönemi eksantrik karakterler üzerinden anlatması ve filmin şiddet yüklü öyküsüyle 1960’ların bitişini göstermesi de filme bir katman daha ekliyor.
“El Royale’de Zor Zamanlar / Bad Times at the El Royale”, yakın dönemde ana akım sinemada eğlenceli bir seyirlik sunarken metniyle zeki de olabilen ender Amerikan sineması örneklerinden
Marvel evreni karakterlerinden Venom, kendisine ait ilk solo filmde beklenen tutarlılığı senaryosu nedeniyle gösteremiyor.
Çizgi roman uyarlamalarının sıklıkla sinemalara uğradığı son yıllarda solo olarak filme uyarlanan yeni kahraman Venom. Sony Pictures’ın haklarını aldığı ve uyarladığı ilk Marvel evreni filmi olan “Venom: Zehirli Öfke”, evrenin belli bir seviyeyi tutturan filmlerinin de aşağısında yer alıyor. “Zombieland”le tanınan yönetmen Ruben Fleischer’ın imzasını taşıyan filmde, uzaydan parazit gibi bir canlı geliyor ve kötü niyetli bir şirketin eline düşüyor. Öfkeli muhabir Eddie Brock, araştırması sırasında Venom adlı bu paraziti bünyesine alıyor. Ahlaklı biri olan Brock ve saldırgan Venom tek bir bedende var olmaya çalışıyor. Filmin en büyük meselesi, Venom veya Brock’a dengeli bir ton veremeyen senaryosu. Film, “Deadpool” gibi komik mi olsa, “Captain America” gibi karakter ikilemlerine mi gömülse konusunda karar verememiş gibi gözüküyor. Spider Man’in azılı düşmanı Venom, Tom Hardy’nin Brock’taki performansına rağmen Marvel evreninin en zayıf halkalarından biri.
Altın Ayı ödüllü film
Bu yılki Berlin Film Festivali’nden büyük ödül Altın Ayı ile dönen yönetmenliğini Adina
Amerikan sinemasında ırkçılığa karşı sesin en yükseği Spike Lee, siyahi bir polisin KKK’ye katılması üzerine gerçek bir hikayeyle günümüz Amerika’sından bahsediyor.
Spike Lee’ye uzun bir aradan sonra yarıştığı Cannes Film Festivali’nde bu yıl Jüri Büyük Ödülü’nü kazandıran “Karanlıkla Karşı Karşıya / BlacKkKlansman”, 1970’lerdeki gerçek bir hikayeden yola çıkıyor.
Siyahi detektif Ron, beyaz ırkçı örgüt KKK’in Colorado’daki yönetim kadrosuyla telefonla bağlantı kurar. Toplantılara ise beyaz meslektaşı Flip gider. Zamanla KKK’e kendilerini kabul ettirmeyi başarır ve ırkçı saldırılarla mücadele edebilirler.
Filmin zayıf karnı
Kurmacayı aşan gerçek hikayelerden birinden uyarlanan filmde Spike Lee bir kez daha öfkeli bir tonda karşımıza çıkıyor ve mizahı da ihmal etmiyor. Lee’yi bu hikayeyi anlatmaya iten filmde de altı çizildiği üzere Donald Trump dönemi Amerikası. Nitekim filmin finalinin Charlottesville, Virginia’daki olaylar ve Trump’ın beyaz ırkçıları iyi insanlar olarak nitelendiren konuşmasıyla bitmesi Trump Amerikası bağlantısını yorumla bırakmayı imkansız hale getiriyor. Filmin zayıf karnı ise izleyicisinin güncel referansları anlamayacağını farz edip günümüz bağlantılarının
“Korku Seansı” serisinin korkunç rahibesini merkeze alan film, kağıt üzerinde çekici gözüküyor. Ancak serinin sürekli diken üzerinde tutan atmosferine sahip değil.
Eski usul korku yaklaşımıyla hayran kitlesi edinen “Korku Seansı / The Conjuring” serisinde medyum çifte musallat olan korkunç rahibeyi unutmak mümkün değil. Şimdi bu rahibe, serinin diğer korkunçluklarından oyuncak bebek “Annabelle”in ardından kendisine ait ‘solo’ bir filme sahip.
Rahibenin öyküsü, 1950’lerde Romanya’da açılıyor. Köylülerin korktuğu bir manastırda bir rahibenin intihar etmiş olması Vatikan’ı buraya bir ekip yollamaya mecbur eder: Doğaüstü konusunda uzman Peder Burke ve henüz rahibelik yeminini etmemiş ama sezgileri güçlü Irene. Onlar da bu görevle bu korkutucu manastırda kadim bir kötülüğün izlerini sürmeye başlar.
Film, serinin meraklılarının gözde figürlerinden birini merkeze almasıyla kağıt üzerinde çekici gözüküyor. Ancak “Korku Seansı” serisinin sürekli diken üzerinde tutan atmosferine sahip değil. Bu durum da, popüler serilerden çıkan yan filmlerin genellikle ana serinin gerisinde kalması eğilimiyle örtüşüyor.
Ödüllü bir ilk film
Banu Sıvacı’nın açılışını bu yılki Berlin Film Festivali’nin
“Predator” serisinin dördüncü filmi “Predator / The Predator”, abur cuburluğunun bilincinde ve mizahla öne çıkan bir yapım.
Uzaydan gelip dünyadaki Arnold Schwarzenegger suretindeki askerlere bile kök söktüren süper avcı Predator, 1980 sonlarından beri ticari sinemanın önemli şahsiyetlerinden. Şimdi solo olarak dördüncü, Alien’la kapıştıklarını da sayarsak altıncı macerası “Predator / The Predator”da bir kez daha bu ırk dünyayı ziyaret ediyor. Karşısında psikolojik sorunu olan askerlerden oluşan bir ekip ve zeki küçük bir çocuk var.
“Cehennem Silahı” serisinin senaristi ve “Kiss Kiss Bang Bang”in yönetmeni Shane Black, seriye bolca mizah getiriyor. Filmin mizahın yanı sıra en önemli yönü abur cubur bir sinema yapımı olduğunun bilincinde eğlenmeye gayret eden görüntüsü. Metin açısından kendisini ciddiye almayan ancak yapım değerlerine özen gösteren film, eskilerden bir karakterle izleyiciyi de bilimkurgu aksiyonuyla iyi zaman geçirmeye davet ediyor.
Başarılı psikolojik gerilim
Michael Pearce ilk uzun metrajlı filmi “Canavar / Beast”te sorunlu bir geçmişe sahip bir kadının, âşık olduğu yeni sevgilisi Pascal’ın aranan seri katil olduğundan şüphelenmesine odaklanıyor. Psikolojik
Alman sinemasının en önemli isimlerinden Christian Petzold, Anna Seghers’in romanından uyarladığı “Transit”te 2. Dünya Savaşı’yla günümüz dünyasını birleştiriyor.
Nazilerin Fransa’yı işgal etmesi üzerine ölen bir yazarın kimliğini alan ve Marsilya’ya kaçan genç adam Georg’un öyküsünün 2. Dünya Savaşı’nda geçeceğini düşünüyorsunuz. Ancak Alman sinemasının en yaratıcı yönetmenlerinden Christian Petzold, bu hikayeyi daha modern bir dünyaya taşıyor. Göçmenler, günümüzdekileri andıran güvenlik güçleri derken, bir anda zaman eksenini yerle bir eden Petzold, alternatif bir zaman yaratıyor. “Barbara” ve “Phoenix”ten de bildiğimiz sade ve zarif anlatımı, filmi geçmişle günümüz arasında didaktik bir bağ kurmaktan uzaklaştırıyor. İzleyiciye fazlasıyla alan açıyor. Film, Georg’un bir zaman ve mekanda kısılmasını izlerken hem geçmişten hem bugünden bahsediyor. Bu yılki Berlin Film Festivali’nin yarışmasının en parlak yapımı “Transit”, festivalden eli boş ayrılsa da kimlik ve zaman üzerine sorular soran, zamanı ustaca silen bir yapım olmasının yanı sıra bir kere izleyerek kenara atılacak bir film değil, modern sinemanın son dönemdeki en etkili örneklerinden. Anna Seghers’in romanından uyarlanan
Romantik komedi türündeki “İtalyan Usulü Aşk”, pizza restoranı işleten iki rakip aileye mensup bir çiftin aşkı üzerine.
2000 yapımı “Miss Congeniality” ve üç yıl sonra çektiği “How to Lose a Guy in 10 Days”le romantik komedi türünde filmlerde çalışan yönetmen Donald Petrie’nin yeni romantik komedisi “İtalyan Usulü Aşk / Little Italy” adını taşıyor. Emma Roberts ile “Star Wars”un ikinci üçlemesindeki Anakin Skywalker rolüyle tanınan Hayden Christensen filmde başrolleri paylaşıyor. İkisinin canlandırdığı Leo ve Nikki, birbirlerine âşık olurlar. Ancak ikisinin de ailesi ‘küçük İtalya’da rakip pizza restoranları işletip birbirleriyle savaş halindedir. Hem ailelerinin ilişkisi hem de Nikki’nin küçük İtalya’da kalmak istememesi ilişkilerini zorlaştıracaktır. Film, romantik komedi türündeki Hollywood yapımlarını sevenlere hitap ediyor.
Bilimkurgu korku sevenlere
Avustralya yapımı bilimkurgu-korku filmi “Upgrade”in yönetmeni Leigh Whannell, Hollywood’un korkudaki büyük ismi James Wan’ın “Testere” ve “Insidious” gibi filmlerinin senaryosunu kaleme alan isim. “Insidious 3”ten sonra yönettiği “Upgrade”de, bir soygunda eşi hayatını kaybeden Grey de aynı soygunda felçli kalır. Vücuduna takılan