GEÇEN haftaki yazım şöyle başlıyordu: “...yazımız bir okuyucu mektubundan alevlendi / aynen paylaşıyorum...” Mektup, Karşıyaka’daki Cumhuriyet Günleri etkinliğini nitelik olarak yerden yere vuran eleştirilerle doluydu. İster istemez tereddüt ettim. İzmir dışındaydım, tarif edilen yere en az birkaç gün daha uğrayamayacaktım; ve haftada bir gün yazdığım için günceli ıskalamak tehlikesi vardı. Güvendiğim birkaç dostumu aradım. Etkinliğe benim yerime bir göz atmalarını rica ettim. Sonuç, okuyucu mektubunu doğruluyordu; “eksiği var, fazlası yok” dediler, kaleme sarıldım...
Meğer “eksiği yok, fazlası varmış.” Sabah erkenden Karşıyaka Belediye Başkanı Sayın Cevat Durak aradılar: “Şimdi bahsettiğiniz yerden geldim. Özünde haklısınız. Biz sadece yer tahsisi yaptık, demek ki daha dikkatli olmamız lâzım...” Sayın başkana duyarlılığı ve olgunluğu için teşekkür edip, telefonu kapattım. Öğle saatlerinde aldığı ödülleri koyacak yer bulamayan gazeteci dost, sevgili Seçkin Öner’in e -postası ulaştı elime. Kendini İzmir’e adamış bu temiz insan da dertliydi:
“İyi niyetle başladığımız bir iş nerelere geldi. Bana peşkeşçi dedirtmeyin. Ben bu iş için cebimden para harcadım...” Ertesi gün ise KARSAV Başkanı Sayın Ahmet Diker ile değerlendirdik olayı, telefonda: “Para-pul işiyle bizim bir ilgimiz yok. Bizimkisi sembolik bir destek. Sabah çocukları gönderdim, bizim bayrakları toplattırdım...” Ve durmayan, ardı arkası kesilmeyen (sergiyi gezip görmüş) okuyucu telefonları, fakslar, e -postalar... Buraya kadar hep duyduklarımdan bahsettik. Gelelim gördüklerim ve bildiklerime...
İzmir’e döndüğüm akşam, soluğu etkinlik alanında aldım. Bundan sonra okuyacaklarınız, kişisel çıkarımlarımdır. Organizasyonun parasal yönü ilgi alanımın dışında. Ama öyle anlaşılıyor ki, eleştiri mektubunun içindeki (benim de amacını aştığını düşündüğüm) “yakıcı” birkaç sözcük, muhatabını hayli üzmüş. Benzer işlerdeki vurgun ve talan kültürü hepimizin bilinç altında çok taze ve güncel olduğu için elde “yeterince veri bulunmadan bile” başlayabiliyoruz önyargılarımızı taşlamaya. İçeriğe gelince... Geçen haftaki yazı şöyle bitiyordu:
“Semboller, görüntüden çok fazlasını anlattığı için ‘sembol’ olarak kabul edilirler. Onların içini boşaltırsak, geriye birşey kalmaz elimizde. Hamasi söylenmelere ihtiyaç yok, bizi yönetmeye talip olan seçilmişlerden, sadece ‘hassas ve özenli’ olmaları istiyoruz; bekliyoruz...” Etkinliği kendi gözlerimle gördükten sonra ise şunları eklemeden edemedim: “Olmamış, ‘tek kelimeyle’ olmamış !” İyiniyetle başlanmış olduğuna kuşkum yok. Ama özellikle içinden geçtiğimiz şu hassas günlerde, adı Cumhuriyet’le anılan bir etkinlikte kimsenin “baştan savma, yarım yamalak” iş çıkarmaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Böyle bir projede logosunun kullanılmasına izin veren herkes, olan biteni göz ucuyla da olsa denetlemekle yükümlüdür. Çünkü o logolar, o semboller milyonların adını, güvenini, kültürünü, tarihini, heyecanını, “kaderde, tasada, kıvançta ortak olma halini” temsil eder. Kimse ölümü komşuya atmaya kalkmasın; sürekli saflık kasta giriyor malum...
Cumhuriyet sözcüğü kullanılırken yapılması gereken şey şudur: Önce 10. Yıl Nutku’nun kararlılık dolu satırlarına bir göz atınız; “Haddeden geçmiş bir özgüven, sizi, yedeğinde mutlak bir ciddiyetle karşılar...” “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır...” Sonra, Atatürk’ün üzerini çizerek metinden çıkarttığı cümleye dönünüz: “Bu söylediklerimin gerçek olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur; beni hatırlayınız...”
Bayramımız kutlu olsun!