Kemal Kılıç-daroğlu, Pablo Larrain’in Pinochet’nin diktatörlüğünü sandığa götürdüğü Şili’deki 1988 referandumunun kampanya sürecini konu alan ‘No’ filmini izlemiş. Filmden çok etkilenmiş. CHP’nin pozitif kampanya yapması gerektiğine karar vermiş. Bu, son derece olumlu bir gelişme. Pozitif kampanya, yani seçmene umut aşılamak, iyimser mesajlar vermek her zaman hepimizin ruh sağlığı için çok faydalı. Ancak Kemal Bey bu filmi izlerken kendisini ve CHP’yi ‘No’ yani ‘hayır’ cephesine otomatik olarak yerleştirmiş, Şili’deki ‘hayır’la Türkiye’deki ‘hayır’ı aynı kefeye koyarak hareket etmiş. Halbuki...
Ben, ‘No’ filmini 2013’te ABD’de seyretmiştim, daha sonra Rasim DVD’sini de aldı ve 2-3 kez de evde izledik. Film 1973’te Şili’de Allende’yi devirerek iktidara gelen ve oraya yerleşen diktatör Pinochet’nin 1988 yılında uluslararası baskılara dayanamayarak referanduma gitme kararı almasını ve 27 günlük kampanya sürecini anlatıyor. Pablo Larrain, Şili’li genç kuşak bir yönetmen. Şu sıralar gösterimde olan, Kennedy suikastını karısının gözünden anlatan ‘Jackie’ filmi de onun. ‘No’ya dönecek olursak...
Çok kanlı bir darbenin (Darbelerin hangisi daha kötü sorusu dahi abes ancak Latin
Bu gün siyaset yazmamaya karar verdim, zira iki gündür başka bir âlemde yaşıyorum. Pazar akşamından beri bizim evin havası çok bulutlu. Rasim sağlıklı gittiği bir söyleşiden ateşli dönünce başladı her şey. Yayına gitmeden iki saat uyuyup düzelirim dedi ama öyle olmadı. Sabaha karşı buz gibi ayaklar ve alev alev yanan bir alınla döndü programından. Gerisi kâbus... Sabah soluğu hastanede aldık. Bütün gün serum, iğne, uyku... Meğer beta virüsü kapmış.
Öyle böyle değil, insanı yatıran, çok yaramaz bir virüs bu beta! Ateş bir türlü düşmüyor, boğaz hırıl hırıl, gözler kan çanağı... Bir de Yasemin ve Ela faktörü var. Onlara oyun gibi geliyor, babalarını görmek için her yolu deniyorlar. Hasta bakıcılığın yanı sıra evin içinde kızları uzak tutma görevi de bende.
Ancak tüm olumsuzluklara rağmen hastalık insana en temel şeyleri hatırlatıyor: Sorunsuz nefes almak, iştahla yemek yemek, güzel bir uyku çekmek mümkünse geri kalan her şey boş! Kendinizi kendi ürettiğiniz sorunlarla ne çok hırpaladığınızı anlıyorsunuz böyle zamanlarda. Halbuki sağlıklıysan, güvendeysen, bir de sevdiklerinde birlikteysen dünyada senden mutlusu olmamalı...
Ne izlemeli?
Oscar adayları açıklandığından beri
Geçtiğimiz çarşamba günü Balyoz mağduru Tümgeneral Ahmet Yavuz ile Balçiçek İlter’in programında karşı karşıya geldik ve ister istemez geçmişin muhasebesine girildi. Ahmet Paşa bana yönelik bazı eleştirilerde bulundu ve haklıydı. Askeri vesayet rejimini devirmenin verdiği heyecanla usul ve yönteme dikkat etmedik. Sadece esasa, yani askeri vesayet rejimini sona erdirmeye odaklandık. Oysa bugün hepimiz anladık ki usul kesinlikte esastan üstündür.
Toplumun çok büyük çoğunluğu askeri vesayetten öyle bıkmıştı ki bu davalara o dönem dört bir elle sarıldı. Karşı çıkanlar sadece Kemalistlerdi. Geri kalan tüm kesimler bir şekilde kerhen ya da alenen davaları destekliyorlardı. Hesap sorulamayan 27 Mayıs’ların, 12 Mart’ların, 12 Eylül’lerin, 28 Şubat’ların hesabını milletin önemli bir kesimi Ergenekon ve Balyoz davalarıyla görmek istedi. FETÖ işte bu, geç kalmış adalet arayışlarını sömürdü.
FETÖ’nün açtığı hiçbir dava haklı olamaz
Hükümet tarafından zaman zaman ifade edilen ‘Ergenekon ve Balyoz özünde haklı davalardı’ söylemi de doğru değildir. FETÖ’nün açtığı hiçbir dava haklı olamaz çünkü hepsi usulsüz açılmıştır. Katil ve darbeci olduğunu bildiğimiz birini bile FETÖ yargılamışsa o
Maalesef Osmanlı ailesine yönelik sistematik saldırı Nilhan Osmanoğlu üzerinden aynı sığlıkta devam ediyor. Tam da tahmin ettiğim gibi Sözcü ve Hürriyet yazarları bu konunun üzerinde büyük bir hınçla adeta tepiniyorlar. Tek bir Osmanlı ailesi mensubu bugüne kadar Atatürk ve Cumhuriyet aleyhine tek kelime etmediği halde sözde cumhuriyetçilik adına çirkin bir propaganda yürütüyorlar. Hiçbir yerinden tutulamayacak kadar bilgi yoksunu ve hunhar bir linç girişimi bu. Sorumsuzca fırlattıkları bumerangın kendilerini vuracağını da görmüyorlar çünkü bu toplumu tanımıyorlar. Sürgünü ve sefaleti yaşamış ama hep vakur durmuş Osmanlı ailesine atılan insafsız iftiraların ve edilen küfürlerin bu toplumun büyük çoğunluğunu nasıl rencide ettiğini ve öfkelendirdiğini görmüyorlar. Bu temelsiz yazılarının yeni anayasaya evet oyunu artıracağını da anlamayacak kadar uzaylı vaziyetteler...
Bir Osmanlı mensubu, referandumda evet diyeceğini açıkladı diye tüm Osmanlı ailesine düşmanlıkla ucuz popülizm yapmaya çalışıp onu bile yapamıyorlar. Hayatlarını bu halktan nefret etmekle geçirenler, kendilerine ‘Avrupalı’ havası vermek için otuz takla atanlar şimdi birdenbire ‘taşralı ve kasabalı’ geçmişlerini
Günlerdir büyük bir keyifle, adeta karşı tarafı acıtmanın, kanatmanın verdiği patolojik bir zevkle, Osmanoğlu ailesinin kalan birkaç üyesinden biri olan Nilhan Osmanoğlu’na vurup duruyorlar. Osmanlı ailesi, bir asırdır keder ve elem içinde yaşayan, hayatları mahvolmuş bir aile. Perişanlık içinde dört bir yana dağılmışlar. Bu ailenin bireylerinin başına gelmeyen kalmamış. Bebeklerin dahi Türkiye’ye gelmesi yasaklanmış. Sefalete ve sürgüne mahkûm edilmişler. Fakat hiçbir zaman Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine hiçbir Osmanlı ailesi mensubu tek kelime etmemiş. Tam aksine, konu geldi mi hep saygı ve övgüyle bahsetmişler Cumhuriyetimizden ve Atatürk’ten...
Yirminci asır tarihine bakın... Saltanatı kaybeden ve sürgüne giden monarşi aileleri iktidarı kaybettikleri devlete hep sövüp saymışlar. Kendilerini deviren siyasi liderlere etmedikleri lafı bırakmamışlar. Fakat Osmanlı sülalesi gerçek bir asalet ve zarafetle bir gün olsun bu ucuz propagandaya tenezzül etmemiş. Kovulsalar da ülkeleri olan Türkiye Cumhuriyeti’ne yurtdışında sahip çıkmışlar her fırsatta. Atatürk’e de laf ettirmemişler. Sürgünlerde zaman zaman parasızlıktan kan kustukları halde kızılcık şerbeti içmiş gibi
Türkiye’de başkanlık bahsi açıldığında buna karşı çıkanlar genellikle parlamenter sistemin daha sağlıklı bir demokrasi ürettiğini, başkanlık sisteminin diktatörlüğe yol açtığını ve bu nedenle Türkiye’nin parlamenter sistemde devam etmesi gerektiğini söylüyorlar. İddialarını doğrulamak için de ‘Başkanlık sistemi bir tek ABD ve Fransa’da iyi sonuçlar doğuruyor, geri kalan ülkelerde özgürlükleri kısıtlıyor’ diyorlar. Bu tezi öne sürenler dünyadaki güncel gelişmeleri takip etmiyor ve hayata tamamen Avrupa merkezci bakıyorlar. Avrupa ve ABD dışı coğrafyalara karşı maalesef kolonyalist bir yaklaşımları var. Özellikle de Latin Amerika’ya karşı...
Halbuki güncel verileri takip ederseniz görürsünüz ki bu coğrafyada bize ilham verebilecek çok iyi örnekler var. Bunların başında Şili ve Uruguay geliyor. İki ülke de Freedom House ve Human Rights Watch’un verilerine göre birinci sınıf demokrasi kategorisinde yer alıyorlar. Bizdeki Avrupa’yı ve ABD’yi tek merkez alan ve dünyanın geri kalanıyla ilgilenmeyenlere şaşırtıcı gelebilir ama Şili ve Uruguay bütün güvenilir endekslere göre bu gün demokrasi ve özgürlük seviyesi bakımından İtalya ve İspanya’dan daha ileri ülkeler. Politik ve sivil haklar
Dünya, seçim meydanlarında dile getirdiği radikal vaatleri daha da genişleterek müthiş bir hızla ve herkesin gözüne sokarak hayata geçirmeye başlayan ABD Başkanı Donald Trump’ı adeta ‘pause’ düğmesine basılmışçasına şaşkınca izliyor. Meksika duvarının inşası kararı, bu duvarı finanse etmek için ithal ürünlere ek vergiler koyma tartışması, suç ve suçlu tanımını çok genişleten yeni yaklaşım, cuma günü imzalanan kararnameyle Suriye, Irak, Libya, İran, Sudan, Somali ve Yemen’e bir ay süreyle Amerikan vizesini dondurma kararı ve mülteci üst kabul sayısının 110 binden 50 bine indirilmesi, suça karışan göçmenlerin afişe edilmesi meselesi…
Bu kadarını kimse tahmin edememişti. Trump’ın başkanlığından memnun olmayanların şiddet üretmeleri ya da sandığa saygı göstermemelerini son derece yanlış buluyorum. Öte yandan, yeni ve içinden çıkılması zor bir problem yumağıyla karşı karşıyayız. ABD’yi dünyanın en güçlü devleti ve çekim merkezi yapan çoğulculuk, ifade özgürlüğü, serbest ticaret, hareket özgürlüğü gibi kavramların yeniden sorgulandığı bir dönem...
11 Eylül Amerika’sının en dürüst hali
Ancak bu, hakikaten geçmiş dönemin tam tersi mi? Yani ABD, Trump başa geçene kadar çoğulculuğu,
Anayasa değişikliğiyle ilgili paket referanduma gidiyor. Pazar günü ilk kez detaylı olarak paketin içeriğiyle ilgili bir başlangıç yazısı yazdım. Aylardır yalnızca üst başlığa bakarak bolca tartışıldı, kavga edildi ancak içeriğin üzerinde ezbere laflar dışında pek de durulmadı. Ben bu paketi günlerce inceleyip, güvendiğim hukukçulara sordukça kapsamı ve ruhu üzerine daha detaylı bilgi sahibi oluyorum ve geneline hâkim olan tutarlı bir mantık görüyorum. Bu mantık hukuk üretimi yaklaşımını değiştirmeyi içeriyor. Hukuk yoluyla siyaseti tayin etmek, oradan toplumu dizayn etmek anlayışına karşı bir çaba hâkim paketin genelinde. Siyasete ve sosyolojiye alan açan, sistemin devamı için uzlaşmayı zorunlu kılan, sistem tıkanıklıkları için de sandığı işaret eden bir zihniyetin izleri var. Ben buradan daha demokratik bir Türkiye’ye gidilebileceğini, bürokratik vesayetin önemli oranda zayıflayacağını, yargı vesayetinin biteceğini düşünüyorum. Öte yandan, özgürlükler ve insan hakları konusunda yeni yasalara kesinlikle ihtiyaç var...
Gelelim pazar günü kaldığımız yere... Yani tartışmalı bazı maddelerin detaylarına...
550’nin 413’mü, 600’ün 400’ü mü?
Tartışmalı bir başlık cumhurbaşkanına yargı