Liderlik, bazıları için bir lütuf, bazen de tırnaklarıyla kazıya kazıya gelinen bir zirvedir. Birinci olmak ile 1. sınıf olmak çok ayrıdır çünkü...
Bugün, Süper Lig'in en üstünde bulunan Fenerbahçe de, sezon başından bu yana, tuğlaları öre öre, kendine ulaşılamaz bir duvar oluşturma yolunda... Teknik direktör koltuğunda oturan Jorge Jesus için, çok çeşitli eleştiri getirilebilir. Hatta, yaptığı yanlışları öne sürülebilir. Ancak bir takım, 12. hafta sonunda, 11 maç oynayıp, 34 gol atabiliyorsa, 1. sınıf bir işçilikle buraya kadar gelmiştir. Fenerbahçe artık, takım olabilmenin ilk aşamasını bitirmiş, lig kalitesine zenginlik getirmiş, rakiplerin silkinip, kendine gelmelerine önayak olmuştur.
Galatasaray, 1. sınıf gördüğü transferlerle, birincilik için yola çıktı. Ancak "kalite kontrol" elemanları yani; yorumcular ve spor yazarları için henüz sınıfı geçemedi. Üstelik "renk aşıklarının" yani "taraftar"ının gözünde de, henüz sınıf atlayamadı.
Beşiktaş ise, sınıfta kalan Valerien
'Savaş' kelimesi, sporun ruhuna o kadar aykırı, o kadar eğreti duruyor ki...
"Puan savaşı", "forma savaşı" diye söylense bile, yakışmıyor... Hele, Galatasaray Teknik Direktörü gibi bir makamda oturan, hadi orada bulunmasını geçtik, Okan Buruk gibi naif, pozitif ve sportmen bir kişiliğin; bu sözleri kendisine yakıştırmasına diyecek bir şey yok.
Ne diyor, hem lig hem de kupa şampiyonu apoletini bir arada taşıyan Okan Buruk:
"Galatasaray'a karşı savaş başladı. Bu sadece hakemler değil... Dışarıda da görüyoruz. Savaşacağız. Merak etmesinler, biz bu savaşta varız. Biz de gerekeni yaparız."
Daha da ileri gidiyor Galatasaray Teknik Direktörü;
"Büyük Galatasaray taraftarı da gerekeni yapar. Bu iş sadece burada kalmaz."
Ne kadar talihsiz, ne kadar özensizce seçilmiş sözler...
Yarın taraftarlar arasında kavga körüklense, hatta daha da büyük düşünün(!) bir kan dökülse, ne olacak?
Bir futbolcu olsanız, her an takıma girebileceğiniz Jorge Jesus'un ekibinde mi olmak isterdiniz, yoksa, sakatlık, hastalık, ceza, eza, tehdit, isyan olmadan zor kadroda olabileceğiniz x bir takımda mı?
"Astayım" yani; "as takımdayım" diye düşünemeyeceğin yegâne takım, Fenerbahçe'dir.
Yedekte kaldıktan sonra, "Hastayım" diyemeyeceğin hoca varsa, o da Jorge Jesus'tur.
Fenerbahçe'de hangi futbolcu, "Ben yedekte kalacak bir futbolcu değilim" diyerek hocasına posta koyabilir? Tersten bakalım; yedek kaldığı için ülkesine giden, "zihnindeki marazı", "Çözdüm" diyerek geri gelen bir futbolcuya, hadi adını da verelim Icardi'ye; Jesus, döner dönmez ilk maçında, "Buyur ilk 11'de oyna" der miydi acaba? Bu formayı veren bir teknik adama, diğerleri ne kadar saygı gösterirdi sizce?
3 yerli zorunluluğu nedeniyle, sol bekinde değişikliğe giden bir hoca, direkt oynattığı yabancısını, hangi gerekçeyle İstanbul'da bırakıp, maç kadrosuna almamıştır. Sakat olsa söylenirdi, oysa tercih diyerek geçiştirildi. İyi tarafından düşünmek istiyorum; "sıkıntı olsa" o yabancı, kupadaki maçta ilk
Abdullah Avcı... Bir dönem U17 Milli Takımı ile büyük başarılara imza atmış, o takımdan yıldızların yol almasını sağlamış bir isim...
Trabzonspor, yıllar boyu altyapısından yetiştirdiği futbolcularla, Türkiye'nin gururu olmuş, bugün hala A Milli Takım'a oyuncu kazandırmanın onurunu taşıyan bir takım...
Böyle bir ikili bir araya geldiğinde ne beklersiniz? Avcı'nın altyapıya ya da transferle gelen gençlere güvenerek, yeni yetişenleri takıma kazandırmasını, önlerini açmasını...
Fenerbahçe Teknik Direktörü Jorge Jesus, 26 futbolcusuna forma verip, "rotasyon ustası" olarak gösterilirken, oysa Abdullah Avcı, 27 isme şans tanıdı. Ama birkaç dakikalık oyunlar, futbolcunun kendini gösterebilmesi adına yeterli olabilir mi? Değil tabii ki...
Sakatlıktan çıkıp takıma dönen Hüseyin Türkmen, Kasımpaşa maçı için idmanda ilk 11'de deneniyor, kadroda bile yok. Antrenmanı bilemediğimiz için bunu yorumlamak zor. Bursa'dan büyük ümitlerle gelen Taha Altıkardeş ile Kerem Şen, ortada yok. Altınordu’dan takıma katılan Ersin Destan, kaçtı,
Emeklilikte yaşa takılanlar (EYT), çıkacak müjdeli bir haberi bekleyedursun, futbolda bu hakkı elde edenler o kadar çehre var ki...
Geliyorlar, yatıyorlar, gidiyorlar... Üstelik üzerlerindeki "dünya yıldızı" etiketini bile çıkarmıyorlar. Ama "yıldız" bekleyenler, karşılarında "meteor" buluyor. Kafa-göz yaran cinsinden!
Bu konuda birincilik, sanırım Galatasaray'da... Radamel Falcao, rakip kıskandıran cinsten bir transferdi. Ancak yaptıkları, pardon yapmadıkları ile gündeme oturdu. 2 yılda 14 milyon euro ile toz oldu!
Yok, yok... Galatasaray'a bu bile ders olmadı sanki... Benfica'dan kiralanan ve 2 milyon 300 bin euro alan Seferoviç'e, daha 8. haftada "Sıfıroviç" lakabı konmuşsa, bundan sonra maçlarda alacağı her dakika, onun adına bir "iğneli fıçı" gibi olacaktır.
35'lik Mertens'in varoluşu ve gelişi bile, "ooooo" diyerek birçok futbol sevdalısına iç geçirtti; ancak sahada kaldığı süre "yoooo" dedirtti.
Mata için konuşmak doğrusu erken, ama Icardi'nin kokusu çıktı, çok daha erken! Arjantinli, -söylenene göre- daha kafadan yedek yeleğini fırlatıp
Türkiye'de, özellikle milli takımlar anlamında, çağdaş futbol yapılanmasının temellerini Sepp Piontek atmıştı. Türkiye'yi bölgelere ayırmış, önce bölgelerin kendi içerisinde elemesini yapmış, ardından hepsini bir araya getirerek, A Milli Takımı'nın futbolcu havuzunu oluşturmuştu.
Burada Fatih Terim'in de hakkını teslim etmek gerek ki, onun da, Piontek kadar bu yapılanmada emeği vardı. Nitekim ay-yıldız, ne başardıysa ilk onun döneminde başardı. Rüştü Reçber, Alpay Özalan, Feti Okuroğlu, Vedat İnceefe, Ergün Penbe, Bülent Uygun, Halil İbrahim Kara gibi isimler, hep o günlerin meyvesi oldu.
Ancak Piontek'in saha içi karnesi hiç beklendiği gibi geçmedi. 26 maçta sadece 4 galibiyet, 15 mağlubiyet ve 7 beraberlik... O Milli Takım ki, İrlanda ve İzlanda'dan 5, Macaristan ve İngiltere'den 4 yedi. San Marino ile berabere kalarak, o dönemin şoke edici bir sonucu bile yaşandı.
Demek ki, milli takımlarda yapılanma, skorun ötesinde bir şeydi.
Ancak Stefan Kuntz'u, böyle bir yapılanma içerisinde görmek mümkün mü? Daha doğrusu, Alman
Türkiye'de kural, kaide, kanun ve bunun gibi şeyler çıktığı anda, daha uygulanmadan, "arkaya dolanma"nın temelleri atılır. Zaten bundan dolayı da, zaman zaman, "Burası Türkiye" diyerek bazı olayları küçümseme yoluna gidilir.
Adam köprüden kaçak geçecek, plakasını geçici olarak kapatır. Devlet, "0 kilometre" araç satışında karaborsayı önlemek için 6 bin kilometre şartı getirir, bizimkiler ilanlarını "6001" kilometre yazarak çıkarır. TOKİ'den ev alacak, kendi üzerine bir gayri menkulü olsa bile, kızlık soyadını kullanan eşinin adına kayıt yaptırır.
Birçoğu da yapanın yanına kar kalır.
Futbolda da farklı mı?
Kulüplerin yaşaması, borçlarını eritme açısından, harcama limiti getirmişsin ne fayda... Hiç limit aşımı yapan kulüp gördünüz mü? Hepsi kurala uygun (!) Hepsi tıkır tıkır sistemini işletiyor. UEFA bile denk (!) bütçeler karşısında suskun kalıyor.
Bunlar nasıl başarılıyor?
Mesela, "İmaj hakkı" denen bir gölge ödemeyle... Hem de bunları yapanlar, halka açık, Borsa'da bulunan büyük şirketler,
Eskiden kurallara uyulup-uyulmadığı tartışılırdı. Bugün kurallar tartışılır oldu.
Josef de Souza'nın yaptığı konuşuldu da, stat güvenliği çok az konuşuldu. Kırmızı kartın nedeni, raporlarda ne şekilde yazıldığı bilinmez ama, PFDK'ya, "sportmenliğe aykırı hareket" olarak gittiği, birçoğunun gözünden kaçtı. Hakem kararının tartışılmaz olduğu bile "ama..." diyerek konuşuldu. Ama... Beşiktaş keşke, oyuncusunun ülkesi olan Brezilya'nın Futbol Federasyonu'ndan, "Sahada arkadaşına veya hakeme saldıran bir taraftara 'müdahale' eden oyuncuya siz olsanız ne yapardınız?" diye gayri resmi bile olsa, bir görüş alsaydı ve kamuoyuna sunsaydı. Veya İngiltere, Almanya, Fransa; aklınıza gelen herhangi bir ülke federasyonundan...
IFAB oyun kuralları, yani tüm dünyanın kabul ettiği kurallarda, "kırmızı kart" bölümünde aynen şu ifade yer alıyor: "Rakip takım oyuncusu, yedek oyuncu, takım görevlisi, maç görevlisi, seyirci ya da herhangi bir kişiye (top toplayıcılar, güvenlik görevlileri, ya da lig görevlileri vb.) karşı fiziksel ya da saldırgan (tükürmek veya ısırmak da