Lord Kinross, “Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabında harika bir tespit yapıyor. “Bu millet adam olmaz, bu milletle bir yere gidilmez” şeklinde kestirme yargılarla halkı küçümseyenlere anlayacakları dilden ders veriyor. Atatürk’ün yurt sevgisinin kaynaklarını anlatırken O’nun Türk insanına bakışını bakın nasıl özetliyor:
“Mustafa Kemal Türk halkı üzerinde hayale kapılmıyordu. Onun katı, tutucu, kadere inanır, zekâ ve inisiyatif bakımından ağır davranışlı olduğunu bilmiyor değil. Ama aynı zamanda inatçı, sabırlı, dayanıklı, savaşçı, üstlerine bağlı ve gerekirse aldığı emre uyarak canını vermeye hazır olduğunu da biliyordu.
Atatürk, Türk insanını iyi tanıdığı, ona güvendiği, iyi yönetilirse üstün niteliklerinin öne çıkacağı inancıyla hareket etmişti. Samsun’a çıktığı gün yurdun yer yanında isyanlar birbirini kovalıyordu. Yunanistan ordusu İzmir’e çıkmış, ardından hiç direniş görmeden Manisa ve Aydın’a yürümüştü. Bu koşullarda ancak halkına sonuna
Atatürk neden büyük bir liderdi? O’nun liderlik sırları nelerdi?
Bir Amerikalı gazeteci soruyor:
- İşlerinizde nasıl başarılı oluyorsunuz?
Cevap:
“Ben bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem. O işi başarmama neler engel olabilir diye düşünürüm. Engeller ortadan kalktıktan sonra iş kendiliğinden olur.”
Zor bir durum karşısında nasıl tavır almalı?
Mazhar Müfit Kansu’ya bunu anlatıyor: “Herhangi bir zorluk karşısında benim yaptığım iş şudur: Vaziyeti iyice belirlemek, sonra bu vaziyet karşısında alınacak tedbirin ne olduğuna karar vermek. Bu kararı bir kere verdikten sonra acaba yapayım mı yapmayayım mı diye tereddüt etmeden kararı uygulamak. Başaracağıma inanarak uygulamak.”
Celal Bayar anlatıyor: “Atatürk metodolojisinde duyguya yer yoktur; laboratuvara girmiş bir ilim adamı tüpteki oksijenle hidrojen arasında nasıl bir ayırım yapmaz, birinden birini kendine daha yakın görmezse, sosyal bilim laboratuvarına giren bir devlet adamı da doğru bir sonuca varabilmek için tüm duygularından sıyrılmak zorundadır. Atatürk işte bunu başarabiliyordu.”
Sınırlarımızdan içeri doğru gelen sığınmacı akınını konuşurken... Yurt içindeki göçleri gözden kaçırıyoruz.
Bu göçlerden biri şehirlerin merkezlerinden şehir dışlarına doğru yöneliyor. Konuyu Milliyet’te iki gün önce Duygu Erdoğan yazmıştı. Kiraların olağanüstü artışı ve gelirlerin azalması, maddi durumu sınırlı yurttaşları kentin merkezi yerlerinden veya mutena semtlerinden alıyor kiraların daha düşük olduğu uzak semtlere taşıyor.
Bir başka göç ise doğudan batıya doğru yöneliyor.
Geçen hafta Silivri’nin köylerini gezerken gördük ki...
Güneydoğu’nun çeşitli yörelerinden insanlar orada mallarını mülklerini satıyor, Trakya köylerine yerleşiyordu.
Çünkü Trakya’da tarım yapan çiftçilerin çocukları okuyor, şehre iniyor, tarlaları ekip biçmek zorlaşıyor. Bu yüzden tarlaları ellerinden çıkarmak isteyenler çoğalıyor, bu arazilere doğudan gelen aileler talip oluyor, köylere onlar yerleşiyordu. Böyle de bir göç var yurt içinde.
Kısaca
İstanbul siluetinde simge olmuş üç kuleyi hemen herkes bilir: Galata Kulesi, Beyazıt Kulesi, Kız Kulesi. Bir de dördüncü kule vardır ki adı daha az bilinir: Adalet Kulesi.
Bu kule, Topkapı Sarayı’nın en yüksek noktasıdır.
Tek katlı Saray İstanbul’un her yanından görülmüyorsa da o kuleyi nereden baksanız görmeniz mümkündür.
Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilmiştir.
Kulenin Osmanlı sultanının adaletini sembolize etmesi, uzaktan bakıldığında herkesçe görülmesi ve sultanın adaletinden emin olunması istenmiştir.
Divanı Hümayun, yani zamanın bakanlar kurulu, bu kubbenin altında toplanır, en önemli kararlar bu kulenin altında alınırdı.
Giriş kapısının üzerindeki kitabede şu yazı okunur:
“Padişahın bir gün adaletli davranması yetmiş sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.”
Cumhuriyet, sadece bayramlarda camlara bayrak asarak veya 29 Ekim’lerde sosyal medyada “Cumhuriyet’i çok seviyoruz” diye mesaj atarak mı savunulur? Bu kadarı yeter mi? Elbette hayır. Cumhuriyet’i savunmak güç ister, kararlılık ister, inanç ister, ilke ister.
Prof. Barış Doster, “Cumhuriyet Nasıl Savunulur” adlı yeni kitabında Cumhuriyet’in nasıl savunulacağını anlatıyor.
Diyor ki:
“. Cumhuriyet; ulusal bilinçle, Türkiye’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliği ve siyasal birliğine toz kondurmayan politikalarla savunulur.
. Laikliğe kararlılıkla sahip çıkılarak savunulur.
. Emperyalizme karşı mücadeleyle savunulur.
. Hukuk devletiyle, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığıyla, hukukun üstünlüğüyle, kuvvetler ayrılığıyla savunulur.
. Üretim ekonomisiyle, planlamayla, kamucu halkçı iktisat politikalarıyla savunulur.
Kurukahveci Mehmet Efendi konserleri devam ediyor. Örneğin dün akşam (9 Mayıs) İstanbul Oda Orkestrası Süreyya Operasında Beethoven ve Dvorak’ın eserlerini çaldı. Şef Rengin Gökmen, piyanoda Gülnur Ensari izleyenlere güzel dakikalar yaşattılar.
Ne ilgisi var Kurukahveci Mehmet Efendi ile Beethoven’in derseniz...
Efendim Kurukahveci Mehmet Efendi’nin kahve ticaretine başlamasının 150. yılı nedeniyle bir dizi etkinlik düzenlenmiş. Türkiye’nin en eski aile şirketlerinden olan Kurukahveci Mehmet Efendi’nin yöneticileri bu anlamlı yıldönümünü sanatsal etkinliklerle kutluyorlar. Böylece sanat ve kültür üreticilerine de destekte bulunmuş oluyorlar...
Kahve eskiden Yemen’den gelirmiş.. Şimdilerde Brezilya’dan geliyor. Harmanlanması, kavrulması, öğütülmesi ülkemizde özel yöntemlerle yapılıyor. Cezvede kaynatılıyor. Özel bir tadı, köpüğü, kokusu oluşuyor. Tarihte bu kimlikle yerini alıyor.
Halen iç pazar yanında 55 ülkeye Türk kahvesi ihraç eden şirketi ve yönetim koltuğundaki
Ağaçla insanın sevgisi, sevdası, öyküsü çoktur.
Aşağıda birbiriyle ilgisiz iki ağaç öyküsü.
Yıllar önce rahmetli Büyükelçi Vahit Halefoğlu anlatmıştı...
Halefoğlu’nun görev yaptığı yıllarda Moskova’daki Büyükelçiliğimizin büyütülmesi kararı alınır. Binanın yanında boş bir arsa vardır. Bu arsanın alınması için Sovyet Dışişleri Bakanlığı’na başvurulur. Başvurunun kamuoyunda duyulmasıyla birlikte Sovyet gençleri arsada toplanmaya, kararı protesto etmeye başlar. Meğer Rusların taparcasına sevdiği ünlü şair Puşkin zaman zaman gelir o arsadaki ağacın altında kitap okurmuş. Gençler kararı günlerce protesto edince Sovyet hükümeti arsayı Türkiye’ye satma kararından vazgeçmiş.
***
Değerli bilim adamı İlhan Başgöz anılarını yazdığı “Gemerek Nire Bloomington Nire” adlı kitabında anlatır...
İkinci Dünya Savaşı sonrasında komünist avının zirveye ulaştığı yıllar... Ankara’da ihbar sonucu komünistlikten soruşturmaya uğrayan öğrenci yargıç karşısına
İş adamı Vehbi Koç anlatıyor:
“Bazı kişiler benim Antalya’da sahibi olduğum Talya Oteli’ne gitmeyip de daha mütevazı olan Erdek’teki Pınar Oteli’ne gidişime hayret etmektedir. Ben de onlara:
“Talya oteli pahalı, onun için Erdek’e gidiyorum” şeklinde cevap verince işi cimriliğime getirip doğru söylediğime inanıyorlar. Halbuki benim Erdek’e gidişimin başka sebepleri var.
Üniversitelerimizden genç asistanlar, doçentler, subaylar, pilotlar ve Almanya’dan gelen işçiler genellikle Erdek’teki otellerde ve kamplarda tatillerini geçiriyorlar. Bu vesile ile onlarla sohbet edip görüşlerini öğreniyorum. Gençler bana daima yeni şeyler söylüyorlar, onlardan çok şeyler öğreniyorum.”
Vehbi Bey 90 yılı aşkın süre yaşadı. Ömrünün sonlarında da başındaki gibi gençti. Gençliğini kuşkusuz düzenli yaşamak kadar yukarıda anlattığı kimi ilkelerine de borçluydu. Tıbbın kabul ettiği ilke şudur: İnsan beyni tekdüzelik içine girdiğinde tembelleşiyor, çabuk yaşlanıyor. Yeni