“Marauder” sert bir albüm. Müziği sert, lafları sert, atmosferi sert. Herkesin dinleyeceği, şöyle ayakları uzatıp keyifle kulak vereceğiniz bir albüm değil. Ama hayat da her zaman böyle değil zaten.
Baştan söyleyeyim. Bu albüm bana kendini dayattı. Atmosferini, müziğini, nihilizmini. Bu albümde pesimizm çok normal, nefes alıp vermek kadar doğal bir şeye dönüşüyor. Interpol dinleyenler zaten buna alışık. Biliyorum şu an mızmızlanıyorsunuz neden bu albüm diye, ama işte hayatta güzel şeylere ulaşmak için biraz çile çekmek gerekiyor. Interpol’ün de bekleyene hediyeleri sürprizleri var. Ne de olsa bu haftanın en fazla ilgi çeken konuşulan albümü bu. Biz de bahsetmezsek olmaz.
Kendrick Lamar diyor ya çok afedersiniz “Bitch Don’t Kill My Vibe” diye. Bu albüm bende vibe falan bırakmadı. Oturuyordum ayağa kalktım. Odanın içinde endişeli endişeli volta atmaya başlamışım. Huzursuzca televizyonu açıp reklamlara bakakalmalar. Zaplayıp zaplayıp kapatmalar. Perdeyi aralayıp dışarıdaki gökdelenlerin ışıklarına dalmalar. Ardından kütüphaneyi taramaktan yorgun düşen gözleri ovuşturma seansları. Taranıyor ama ne aranıyor acaba? Bir kitap, ama hangi kitap. Rus klasiklerine mi girsem baştan, yoksa Hakan Günday okuyup iyice depresyona mı dalsam? “Az”ı okusa Interpol depresyondan ağlar.
Şöyle bel bağlanacak, beni buradan çekip çıkaracak bir kitap yok mu bu kütüphanede? Dur ben bir çay koyayım. Yok yok kahve. Ya da çay iyi. Ardından internete girer bişeyler alırım moralim düzelir. Ama onu da yanlış alırım şimdi. Sonra kapıda geri gitmek için bekleyen kutu olur bir tane. Her gün o kutuya bakarım içim içimi kemirir. Al sana yepyeni bir dert. Daha üçüncü şarkıdayım (“Complication”). Halime bak.
O anda gözüme çarptı. İşte orada. Thomas Mann “Venedik’te Ölüm”. Denize doğru yürü, “Beyaz Mantolu Adam” gibi gözden kaybol.
“Surveillance”a geldim. Dokuzuncu şarkı. Paul Banks’le bir keresinde İstanbul’da Kontraplak’ta buluşmuştuk. “Belki bir gün anılarımı yazarım” demişti. Yazsa da bu albümün perde arkasını anlasak. Kuzum siz çıldırdınız mı? Interpol her zaman gitarı davulu esirgemeyen bir grup oldu. Banks’in vokalleri her zaman “uzak” ve “soğuk”tu ama bunları bir araya getiren sihirli bir el vardı sanki. Ve ortaya o kadar şık ve tarz bir yalnızlık çıkıyordu ki, insan hüzünle mutluluk arasında gidip geliyordu.
Interpol bu albümde ilk günlerine dönmüş gibi duruyor. Ama kumaş daha kaba. İpeksi bir hüzün değil, kaba saba bir çuval var. Etiketi sırtınıza batan bir tişört, ya da topuğu vuran bir ayakkabı.
Interpol ilk albümünü yaptığında gençtik. Depresyon tatlı bir şarkı, yaşanması gereken maceralardan biri gibi geliyordu. Zaman geçince depresyonun kaldırım taşı gibi kafayı yardığına şahit olduk. Galiba Interpol de bunun farkında. Duyduğumuz müzik eski günlerdeki Interpol’ü hatırlatsa da bağlam farklı. Sound daha kaba. Zincirlerinden boşalmış gibiler. Bu onları ve bu albümü daha gerçekçi yapıyor. Geçenlerde 15’nci yıl turnesine çıktıkları ilk albüm “Turn on The Bright Lights”taki dinamizmi koruyorlar ama.
İnce işlenmiş nihilizm
2018’de 17 yıl sonra ve pek çok yeni sound denemesinden, beş stüdyo albümünden sonra Interpol gene sağlı sollu ataklarla girişiyor dinleyicisine. Lafını mesajını yüzümüze vuruyor. Bunu yaparken Dave Fridmann ile çalışmalarını öğrenmemiz taşları yerine oturtuyor. Flaming Lips, Tame Impala ve Mercury Rev gibi gruplarla çalışan prodüktör ince ince işlemiş Interpol nihilizmini. Alexis Petridis’in de güzel bir şekilde hatırlattığı gibi ilk albümünün açılış şarkısının adı “Untitled” (isimsiz) olan bir grup bu. Bırakın albümü, hayatının anlamı ne ki? “Her şey sıkıcı ve anlamsız”...
Son şarkı “It Probably Matters”ı dinliyorum. Sanırım Interpol’ün yaptığı en güzel şarkılardan biri bu. Albümü baştan dinlememe neden olan şarkı. Bu yazıyı albümü üstüste yedi kez dinledikten sonra yazdım. Her defasında açılış şarkısı “If You Really Love Nothing”i daha fazla beğendim. Ardından “Turn On the Bright Lights”a başladım. Kendimi hiç depresif hissetmiyorum. Amazon yerlilerinin zehirli bitkileri kemirip, bütün gece ölümün eşiğinde kabuslar gördükten sonra sabaha yeniden doğması gibi bir his yaşıyorum.
Albümle ilgili teknik bilgilere de girmek isterim. Bugün Interpol gitarist Daniel Kessler, solist Paul Banks ve davulcu Sam Fogarino’dan ibaret. Grubun ilk albümünde büyük emeği olan eski basçı Carlos Dengler 2010’da gruptan, turlamaktan ve bas çalmaktan yorulduğu ve sıkıldığı için aktörlük kariyerine ağırlık vermişti. Albümün prodüktörü Dave Fridmann. Besteler ve sözler Interpol’e ait. Albümün kapak tasarımını Matt De Jong yapmış. Matador’dan 24 Ağustos’ta yayınlanan albüm dijital platformlar dışında CD ve 180 gr plak versiyonuyla da satışa sunuldu.
Yazı bittikten sonra elimdeki Petros Markaris polisiyesini (Müfettiş Haritos’un Atina’nın ara sokalarında geçen hikayesi iyi geldi) bitirdim, Olga Tokarczuk’un “Flights” adlı kitabına başladım. “Venedik’te Ölüm” hâlâ rafta. Bakalım onu raftan indirtecek bir albümle karşılaşacak mıyım?
Başsavcılı kapak
“Marauder”ın kapağını anlatarak bitireyim. Garry Winogrand’a ait bu fotoğraf New York’daki Modern Sanat Müzesi MoMa’da sergileniyor. Fotoğraftaki kişi eski ABD başsavcısı Elliott Richardson. 1973 yılında, dönemin ABD başkanı Nixon, kendisinin siyasi olarak sonunu getiren Watergate skandalına bakan savcıyı görevden almasını söylüyor. Richardson bunu yapmayacağını açıklayarak istifa ediyor. Fotoğraf bu anı gösteriyor.