Aksi ihtiyarları seviyorum. Aksi insanlara zaafım var. Bir de ihtiyar ve aksi ikisi bir arada olunca sütlü çikolata gibi bir şey benim açımdan, tadından yenmez.
Delirdin mi dediğinizi duyuyorum. Ama dinleyin.
Aksi ihtiyarlar bence ikiye ayrılıyor. Zaten gençliğinde de aksi olup ihtiyarlayınca daha da aksileşenler (mükemmel fırtına) ve yaşlanınca yavaş yavaş aksileşenler. Benim ilgimi ikinci kategori çekiyor. Çünkü aslında bu insanlar aksi değiller, toplum tarafından aksi olarak nitelendiriliyorlar.
Kendilerinden genç insanlar tarafından, akrabaları, bakkal çakkal, şoför, kapıcı ya da hayatlarında kim varsa onlar tarafından “patronize” edilmekten aksileştiğini düşünüyorum bazı ihtiyarların. İhtiyarlara sırf yaşlandılar diye hiçbir şey anlamıyorlarmış, görmüyorlarmış gibi davranmak, onları çocuk yerine koymak bizde sık rastlanan
bir durum. Adeta bir norm. “Dede he he...” tarzı komik olduğu düşünülen genel tavırdan söz ediyorum. Çocuğa “Sen sus, anlamazsın”, yaşlıya da “He he…” demek şu anlama geliyor: Her şeyi ben biliyorum. E bu da doğru değil. Toplum ihtiyarlara ve çocuklara birey gibi davrandığında daha iyi bir yerde olacağımız ortada.
“Aksi ihtiyarlar”dan çok şey öğrenebilirsiniz. Tanıdığım en tatlı aksi ihtiyar Mina Urgan’dı. Kendisine “dinozor” diyordu. “Bir Dinozorun Anıları” yıllar önce çoksatar olduğunda, insanlar yaşlıların bakış açısına ne kadar ihtiyaç olduğunu anlamıştı. Sadece enteresan anılar anlatan bir tatlı anneanne değildi Urgan, aynı zamanda verdiği hayat dersleriyle, umursamazlığıyla ve yaşlılığın getirdiği özgürleşmeyle, eyvallahsız, şahane bir bireydi. 20’li yaşlarımda okumuştum kitaplarını. Hiç de sıkılmamıştım.
Aksi ihtiyarlığı bir fenomene dönüştüren tanıdığım ikinci isim 73 yaşındaki Fran Lebowitz. Tanıyorum dediysem, sohbetlerinden, yazılarından, belgesellerinden. New Yorklu bu aksi ablamız 70’lerin New York’una tanık olmuş, bir sürü ikonik karakterle takılmış, onlarla röportajlar yapmış bir gazeteci ve yazar. Ama son yıllarda günümüz dünyasına ve insanına yaptığı eleştirilerle fenomen haline geldi. 2021’de bir diğer New Yorklu Martin Scorsese onunla sohbetlerini bir belgesel serisine çevirmiş (“Pretend It’s a City”) ve bu şekilde Lebowitz daha geniş bir kitlenin gündemine gelmişti.
Bu sohbetleri izlemeye hâlâ doyamazken, Lebowitz Londra’ya geldi. Geçen pazar London Palladium’da izleme fırsatı bulduk. Daha doğrusu, salonda kendisiyle yapılan talk show/sohbeti izledik. Lebowitz’in sosyal medyada olmaması, internet kullanmaması, etrafındaki insanlar hakkında bu açıdan yaptığı gözlemler olağanüstü komik ve haklı. Hiçbir şeyden geri kalmış gibi durmuyor. Televizyon seyretmeyen, sadece kitap okuyan birinden söz ediyoruz. Haberleri nereden alıyorsunuz sorusuna “Sizin gibi insanlardan” yanıtını vermesi de benim açımdan 10 puan. Lebowitz ayrıca gazete okumaktan (takip ettiği radyo dışındaki tek medya) gurur duyuyor. Gazete okuyorum deyince gülen insanlara “Evet belki, bilmiyorsunuz ama hâlâ yayımlanıyorlar” diye yanıt veriyor. Gazete okuyanların ortalama yaşı ABD’de 55’miş. Sanırım X kuşağının ardından kâğıt gazeteler de tarih olacak. Ama belki de plak ya da kaset gibi (önceki yazılarımı bir kurcalayabilirsiniz bu konular için) hayatımızda bir yerlerde hep olacak. Göreceğiz.
Lebowitz’in insana kahkahalar attıran pek çok “aksi ihtiyar” gözlemi var. Onlardan biri, genç insanların devamlı eskiyi özlemesiyle ilgili. Herkes eskiden her şeyin daha güzel, daha “cool”, daha renkli, daha şahane olduğu fikrine kapılıyor. 20’li yaşlarındaki insanlar bana gelip, “En güzel zamanlar sizin zamanlarınızmış” diyor. Bu bana çok acıklı geliyor. Biz 20’li yaşlarımızda 70’li yaşlarındaki insanlara gidip sizin zamanınızda her şey daha güzelmiş” demiyorduk. Size tavsiyem, bu lafları bırakın ve yaşamanıza bakın.
Valla söylemesi kolay, yapması zor. 70’liklerinyaşadığı dünyayla bugünkü cidden çok farklı. Gençler haklı olabilirler. Ama söylenmek değil yapmak ve yaşamak lazım.
Lebowitz haklı.