Birkaç günden beri Ankara’dayız.
TRT World açılışı için Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeydik.
Dünya kamuoyunu bugüne kadar tek taraflı bilgilendiren, algı operasyonlarıyla istediği atmosferi oluşturan Amerika ve Batılı haber kaynaklarının imparatorluğuna bir nokta koyma iddiasıyla yayınlarına başlayan TRT World projesini çok önemli görüyoruz ve projeyi hayata geçirenleri kutluyoruz.
BBC, CNN gibi dünya kamuoyunu yönlendiren, yöneten haber kalelerinden piyasaya sürülen bilgilerin ne kadar doğru olup olmadığına karşılık Anadolu Ajansı ve TRT World çok büyük bir misyon üstlenmiştir...
***
Böylesine büyük bir projeyi Türkiye’de hiçbir özel sektörün veremeyeceğini, çünkü rakamların ve reyting kaygılarının buna izin vermeyeceğini ve dış güçlerin oyunlarına yenik düşeceklerini söyleyebiliriz...
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, TRT Genel Müdürü Şenol Göka, TRT Genel Müdür Yardımcısı İbrahim Eren ve AA Genel Müdürü Şenol Kazancı dostlarımızı tebrik ediyoruz ve çok önemli milli bir kavganın içerisine girdiklerini de belirtmek istiyoruz.
Yıllarca Fransa’da yaşayan sosyalist Hıfzı Topuz hayatını anlattığı kitabında diyor ki “1960’da UNESCO’da çalışıyordum. 27 Mayıs Devrimi oldu. Olayı Paris’ten coşkuyla izliyorduk. İçim içime sığmıyordu. Yıllık iznimi alarak, atladım arabaya, İstanbul’a geldim. Melih Cevdet Anday, Sadun Tanju gibi arkadaşlarla devrimin tadını çıkartıyorduk.”
Aziz Nesin ve Milli Birlik Komitesi’nden darbeci subaylarla her akşam toplanan Hıfzı Topuz ve arkadaşları özgürlüğün gelişini kutluyor...
Ve günler sonra çıkış vizesi alamayınca düş kırıklığı yaşadığını anlatıyor...
Başbakan Menderes ve iki bakanın idamıyla sonuçlanan bir darbeye devrim diyebilen, darbenin tadını çıkartan ve 93 yaşına gelen Hıfzı Topuz hâlâ da pişman değil.
***
Can Dündar’ın Alman televizyon kanalı ZDF’de yaptığı konuşmasını seyrettiğimde Hıfzı Topuz’un söylediklerini hatırladım...
Büyük bir çelişki kuyusuna düştüklerini fark etmiyorlar dahi...
Bir yandan ırk, mezhep çatışmalarının fitilini ateşleyen sözler sarf ediyor, diğer yandan demokrat olduğundan söz ediyor.
Dört günden beri Antalya’dayız.
Türkiye-Kosova milli maçı nedeniyle geldiğimiz Antalya’da Regnum Oteli’nde kaldığımız süre içerisinde diyebiliriz ki bir kara bulutun tüm ülkeye nasıl bir zarar verdiğine şahit oluyoruz...
Otelin sahibi Fikret Öztürk kara günlerin de gelip geçeceğini söyleyerek iyimser duygularıyla etrafındaki diğer turizm tesis sahiplerine moral veriyordu.
Yine hem Ankara’da hem Antalya’da büyük otel sahibi olan Ali Özdoğan da her ülkenin bu tarz krizler yaşadığını asıl meselenin dayanabilmek ve bu kötü süreçleri atlatabilmek olduğunu belirtiyordu.
Rusya’nın askeri uçağını düşürme olayıyla başlayan turizmdeki kriz, İstanbul ve Ankara’daki bombalı saldırılar ve 15 Temmuz’daki kanlı darbe teşebbüsüyle ağır bir yara almış...
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel bütün gününü neredeyse turizme ayırmış. Bütün otelleri geziyor ve patronlarıyla konuşuyor, sorunları dinliyor...
Ve sürekli ülkemizin girdiği turizm krizinden yeni bir çıkış fırsatlarına bakıyor...
Bir yandan kış güneşinin keyfini çıkartmaya çalışırken, diğer yandan ülkemizin en güzel turizm ve golf tesislerinin yüzde 20 doluluk oranıyla iş yapmasına üzülüyoruz.
Amerika’daki seçimlerden çıkartılacak çok ders var.
Halk, merkez ve güçlü medyadan sürekli kaçıyor.
Ve medya ise halkın kendisine inanmadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyor.
Halk, yıllardan beri merkez ve güçlü medya kalelerin algı ve itibarsızlaştırma operasyonlarından, saklama geleneğinden, olaylara istediği pencereden bakma özgürlüğünden, gündemdeki her konunun altından bir Çapanoğlu’nun çıkmasından, siyaset dahil her yeri dizayn etme alışkanlığından bıkmış.
Ve dünyanın her yerindeki halk; merkez ve güçlü medya adreslerine karşı artık ters tepki gösteriyor.
Merkez medya ne diyorsa halk tam tersini yapıyor.
Çünkü, kendi yüreğine, aklına müdahaleyi istemiyor ve masa başında yazılan senaryoların kendisine dayatılmasını da hiç sevmiyor.
Dünya, Amerika’da bugün yapılacak seçimlere odaklanmış durumda.
350 milyon nüfusa sahip Amerika’da herkesin sormayı unuttuğu o kadar çok sayısız konu başlığı var ki!
Bir, dünyanın en iyi üniversitelerine, kurumlarına, şirketlerine sahip olan Amerika’da devleti yönetecek kimse yokmuş gibi bir emlakçı, inşaatçı, otelci Donald Trump Cumhuriyetçilerin adayı oldu.
İki, diğeri de sanki kocasından miras kalmış ve şirket devralıyormuş gibi ortaya çıkan Hillary Clinton Demokratların adayı oldu...
Daha önceleri ise babadan oğula devredildiği yılları da yaşadık...
Baba George Bush’tan sonra oğul George W. Bush ABD Başkanlığı yaptı.
Ya bizde olsaydı?
Öyle zamanlar olur ki, dertler başlar...
Yüreğinizi sizden alır götürür bir denizin kenarına.
Fırtınaya tutulmuş bir geminin içindeymişsiniz gibi yaşamaktan yorgun düşersiniz.
Yollara düşersiniz kendinizden habersiz.
Şairin;
“Rüzgarı alıp çıkıyorum
ev senin
Olmaz, olamaz diyerek her meseleyi geçiştirmekle, düğüm atmakla bir şey çözülmüyor; aksine, sadece gün kurtarılmış oluyor...
Oysa, “Ya olursa ne yapacağız?” Sorusunun cevabına daha çok kafa yormalıyız...
“Olmaz, olamaz” dediklerimiz artık etrafımızda sürekli gerçeğe dönüşüyor...
Öfkemize yenik düşmemizin nedeni de bu yüzden...
Asıl mesele, beklenmedik olayların karşısında biz ne yapacağız, ne yapmalıyız planı üzerine plan geliştirmeliyiz.
*
Bir ülkenin kaderini “görerek” pozisyon almak veya kapmak durumundan çıkmalı.
Dünya şüphe çağında yaşıyor diyebiliriz...
Rejimleri, şirketleri, insanları artık şüpheler yönetiyor.
“Yalan” ve “Doğru” arasına bir sınır duvarı gibi örülmüş çizginin adı; şüphe.
Her iki yakadaki hayatların yol haritası şüphe.
Günümüzdeki pusula şüpheler.
Bilgi çağından sonra şüphe çağında kendine yol bulmak artık zor.
Sisler bulvarında yürümek gibi bir şey.
Bilgiye ulaşmak artık çok önemli değil, hangi bilginin doğru oluşu daha çok önemli.