<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Yine futboldan bahsetmek çok zor. Yine dehşet var. Ve yine seyreden kolluk kuvvetleri. Faili belli suçlara müdahale edemeyen emniyet. Bilerek, isteyerek yaratılan terör. Herkesi içine çeken, taraf yapan şiddet yine aynı... Futbol değersizleşiyor. Aynı insanların beslediği, aynı maşaların alet olduğu bildik çamur. Hayırlı seyirler.
Bütün bunların üzerine futboldan bahsetmek zor geliyor. Zaten sahadaki de futbola benzemiyor. Sebat beş adam adama markajcıyla maça başladı. Semavi, Serhat'la; Macit, Van Hooijdonk'la; Abdurrahman, Kemal'le; Sedat, Tuncay'la ve Marek, Aurelio'yla. Hamza arkada serbest oynuyordu. Erman ise önde. Sahanın her yerinde devam eden bir sürek avı. Öyle sıkı bir markaj vardı ki, Sebat'ın dizilişini anlamak mümkün olmuyordu. Fenerbahçe hangi şekle girse Sebat da öyle oluyordu. Kaptıkları her topla Yusuf'un ayağından ilk yarıda Sumiela'yı, ikinci yarıda ise Orhan'ı kaçırmayı amaçladılar. Daum, Adana maçındaki gibi Tuncay'ı, Van Hooijdonk'un yanına çekip 4 - 2 - 4 gibi oynatınca bu adam adama iyice sıkıştı. Göbek öyle kalabalık oldu ki, oradan sürpriz bir adam kaçırmak olanaksız oldu. Fatih ve Petkov çizgiye inemeyip, Serhat da sezonun en kötü
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Tehdit ve hakaretler altında görev yapmaya çalışan basın mensupları, fiili saldırı ve küfürler arasında kalan bir rakip takım teknik direktörü ve maçın on dakika uzamasına yol açan alev - duman şov. Esasında maçtan bahsetmek çok zor. Bahsedilmesi gereken, failleri bu kadar belli olan suçlara müdahale edemeyen emniyet olmalı. Ama biz görevimizi yapalım.
Maçın kaderini belirleyen adam öncelikle Frank de Boer'du. 40'ta İlhan'la Tümer'in arasına girip kornere attığı top, bu maçta üzerinde en çok durulması gereken an. Beşiktaş'ın dirilmesini engelleyen adamdı Hollandalı. 18. dakikaya kadar dört net pozisyon bulan ev sahibinin durgunluğunun devam etmesini sağladı. 49'da İlhan'ın önünden yumruğu ile söktüğü de, bir o kadar önemli. Ama burda daha çok konuşulacak olan İsmet Arzuman.
Lucescu Galatasaray'ı, ceza sahasına yakın bir yerde karşılamak istiyordu. Uzun koşu ve derin paslarla rakibi eksik yakalayacaktı. 15'e kadar dört kez göbekten dalıp bunu başardılar. Ama son şutları yapamadılar. Orta sahayı savunma yönünde Galatasaray'a bırakmaları, Ayhan ve Bratu'nun ekstra oyunu, Kaan ve Pancu'nun etkisizliğiyle birleşince uzun süre pozisyon bulamadılar. Ancak orta
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Galatasaray karşısında bir pozisyon dahi bulamayan, kaleye tek şut dahi çekemeyen Samsunspor; Fenerbahçe'den sekiz dakikada 7 pozisyon yiyen, Sarı - Lacivertliler'in en kötü olduğu maçta, en üst düzey performanslarını göstermelerine rağmen bir an olsun maça ortak olamayan, 90 dakika boyunca ceza sahası içinde sadece bir şut bulabilen Adanaspor... Ve bunun adı Süper Lig öyle mi?
TSYD Başkanı Onur Belge ve yönetimi, TSYD Kupası'nı yeniden varetmek için yoğun çaba harcıyor. Bu hedeflerine bir ulaşsalar, bu ligin oynanmasına gerek kalmayacak. Yılda 10 tane TSYD Kupası oynayın, en çok kazanan şampiyon olsun.
Türk Futbol Tarihi'nin en önemli teknik direktörlerinden Mustafa Denizli bir büyük projenin başına geçti. Ve o proje, hafta sonu Ankara Büyükşehir Belediye ile lig maçında karşılaştı. Gazetede hepimiz televizyonun başına oturmuşuz. Büyük bir istekle maça başladık. Ama öyle kötü bir futbol oynandı ki, ilgi dağılıverdi. Yeniden ilginin toplanması, kanalın değişmesiyle mümkün oldu. NTV'ye Bolton - Birmingham maçına geçişle... Yüzümüz güldü ama çok sürmeyecekti. Ne de olsa üç saat sonra Olimpiyat Stadı işkencesi vardı.
Türk futbolu ilerlemiyor. Bu yapıyla
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Pozisyon bulamamak pahasına pozisyon vermemek... Galatasaray'ın Rize'de oynadığı futbol. Sezon başından bu yana yaşadığı sıkıntıların tek bir 90 dakikadaki özeti gibiydi. Orta saha organizasyonunun çift yönlü olamayışı, bu durumun temel sebebi. Savunmadayken rakibin ayağından topu kapmakta maharet gösterirken, o topla akına çıkamayış, bu organizasyonsuzluktan kaynaklanıyor. Bu Rize'deki durumdu. Bazen tam tersi de oluyor. Savunma hattı orta sahaya yaklaşıyor, orta saha hücuma yöneliyor ve kalabalık forvet ceza sahasına giriyor. Yani pozisyon peşindeki bir Galatasaray olduğunda, sonuç Akçaabat Sebatspor maçındaki gibi olabiliyor. 8 haftada 7 gol atan Sebat, bir devrede, hatta 20 dakikada üç gol buluyor. Ya da Torino'da tıpkı Rize maçındaki gibi bir savunma oyunundan Sarı - Kırmızılılar sadece bir pozisyon çıkarabiliyorlar. Ama rakip Rize olmadığı için de fazlasıyla pozisyon veriyorlar.
Şimdi bu akşamki maç için ne düşünmeli... Tablo bu iken, Sociedad karşısında deplasmanda çok iyi oynayıp kaybetmiş, Juventus'u ilk 30 dakikada Lippi'nin benzetmesiyle "sürklase" etmiş Olympiakos karşısında Galatasaray ne yapabilir? Kuşkusuz bir büyük avantaj var. Bu iki takım
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Eğer, sistem, teknik, strateji gibi detaylarla kafayı bozmuş biri gibi maçı seyrederseniz, yani topu unutursanız, Bursa'nın Dünya çapında bir takım olduğunu söyleyebilirsiniz. Alan oyununu beceriyle uygulayan üst düzeyde bir takım. Ama eğer topun sihriyle ilgiliyseniz, müthiş beceriksizlikten başka bir şey sergileyemeyen bir ekip görüyorsunuz.
Dün Bursa sahaya 4 - 4 - 2'siyle çok iyi yerleşti. Ama topu üst düzey seviyede çevirmekten uzaktılar. Hücumda ve savunmada sürekli hamle hataları yaptılar. Fenerbahçe'nin 4 - 5 - 1'ini ilk yarıda defansif olmaya ittiler, ama rakibi aşacak tempo ve beceriye ulaşamadılar. Yine de ilk yarıda rakiplerine oranla gole daha fazla yaklaştılar. Fenerbahçe ise basit planlarıyla, ama Aurelio ve Kemal yerine, Selçuk ve Rebrov ile sahadaydı. İki kanat Tuncay ve Serhat'ı kaçırarak, Hooijdonk'u pivot olarak kullanmak peşindeydiler. Ancak ilk yarıda rakibin yaptığı hatalara rağmen sadece iki uzak şut bulabildiler. Ama Petkov'un korneri, Selçuk'un aşırtması, Vintila'nın sektirmesi ve topun direkten dönmesi sonucu Van Hooijdonk ile golü buldular. Talihliydiler, ama Bursa da çok kısa bir takımdı. Nitekim sonraki her kornerde son derece
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
İsveç'i deplasmanda yenmek kolay iş değildir. İsveç finalleri garantilemiş, maçta penaltı kaçırmış da olabilir. Bu Kuzeyliler birbirine hep puan veriyor da olabilir(!) Ama öyle ya da böyle Letonya İsveç'i ve Polonya'yı deplasmanda yenmiştir. Biz Slovakya ve Makedonya'yı geçtik, onlar Polonya ve Macaristan'ı... Tabela böyle söylüyor. Peki endişelenmeli miyiz? Adaylar arasında en şık kurayı çektiğimiz kesin. Önce 9 eksikli Avusturya, şimdi de Letonya. Ve aslında rakip kim olursa olsun, olup bitenler o kadar başka şeyler söylüyor ki, rakibin önemi kalmıyor. Çünkü yapamadıklarımız bizimle ilgili. Rakibe oranla çok daha az stresle bir maça hazırlanıyoruz. Onlar olmayacak çalkantılarla uğraşıyorlar, kaybediyoruz ve suçluyu hemen buluyoruz: "Baskı oyunumuzu etkiledi." Ama beyler siz baskıyla başa çıkabilecek profesyoneller olduğunuz için bu mevkide değil misiniz? Büyük yıldız olmanın alfabesinde baskıyı kaldırabilmek de yok mu? O kadar sıradan mısınız ki her kaybettiğinizde baskı mazereti çıkıyor ağzınızdan...
Bu kadarla bitmiyor. Savunmanın belkemiği maça kavga etmek için çıkıyor. Ekmeğini yediği ülkeye saygı duymayı geçtim, neferi olduğunu söylediği anavatanını
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Milyonların bakışları arasında Beckham topun başına geçtiğinde acaba tek bir Allah'ın kulu meşin yuvarlağın oradan dışarıya gidebileceğine ihtimal verebiliyor muydu? Collina beyaz noktayı gösterdiğinde "bu iş artık çok zor"dan daha olumlu bir şey söyleyen bir Türk var mıydı? Ve Tanrı son müdahalesini yaptı, Beckham topu tribünlere yolladı. Orta çizgiye yakın noktalardan attığı serbest vuruşları bile titreten Beckham penaltı kaçırmıştı.
Maçın ilk dakikasından itibaren özellikle Alpay ve Fatih'in tuttuğu sağ kanattan her hızlı çıkışlarında bizi çaresiz bırakan İngilizler bu akınlardan skor çıkaramadıklarında da Owen'ın yokluğuna şükretmiştik. İlk yarı boyunca bulduğumuz iki pozisyonda da Ferdinand'ın yokluğuna. Yukarıdaki her şeyi yaptı. Ama biz o kadar çabalı değildik.
Sergen, Hakan ve Nihat ileri üçlüsü sürekli göbekte toplandığı için hiç çıkmayan İngiltere geri dörtlüsü arasında sıkıştılar. Fatih ile İbrahim ise kanatları yeteri kadar kullanamadı. Sürekli ikili sıkıştırmalara takıldılar. 43'te Sergen'in James'te kalan kafasına kadar ceza alanı içinde şut çekebileceğimiz bir organizasyon yapamadık. Basit alan daraltmalarına çözüm getiremedik. Oysa
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Futbol yazmak istiyorum. Bu hayati maça sadece futbol gözlüğünden bakmak istiyorum. Teknik bir analiz, oyuncu değerlendirmeleri vs. Ama olmuyor. İngiliz gazeteciler maç dışında her şeyi tartışıyorlar sayfalarında, ekranlarında. Bizi de içine çekiyorlar. Bizimle röportaj yapmaya geliyorlar, ama futbolla ilgili tek şey sormuyorlar. Onlarca soru, ama Allah rızası için yeşil çimen, meşin yuvarlakla ilgili soru yok. Çünkü bu onlar için bir maç değil. Ve bu anlayış sertleştikçe, bu hafta içinde maç başlayana kadar sinirlerimiz çok gerilecek, çok isyan edeceğiz. Ada basını kendi ürettiği kaosa bizi de çekiyor, daha da çekecek. Bununla mücadele etmek sizin işiniz değil. Bunu bizim medyanın yapması gerek. Bizim futbola konsantre olmamız herkesin gözlerini buraya çevirmesini sağlamak gerek. Ama sizlerin de yapacağı bir şeyler var. Sahaya bir şey atmamak, takımı desteklemekten bahsetmiyorum. Başka, sembolik, ama çok önemli bir konudan bahsim. Madem buraya çekildik bunun da altını çizelim, sonra hafta boyunca futboldan bahsederiz.
İlkokulda öğrendiklerimden çok fazla bir şey hatırlamıyorum. Tarih, coğrafya, matematik. Beynimize kazınmış farkında olmadan kullandığımız