Bu hafta size “Benden haberler” vereceğim.
Lütfen, öyle “Bu da nereden çıktı?” deyip, benim artık bittiğimi düşünüp, bıyık altından gülmeyin.
Ben gazeteciyim. Haberin temel ilkelerine uymak benim görevim.
Haberin temel ilkeleri: 5N 1K, yani; Ne? Nerede? Ne Zaman? Nasıl? Neden? ve Kim? Bu soruların bütün cevaplarını tam ve doğru olarak insan en kolay nereden alabilir? Kendinden...
Ben de size 5N 1K ilkesine tam uyan haberleri kendimden vereceğim.
Yani; haberde doğruluk, yorumda serbestlik ilkesi. Şimdi gönül rahatlığı içinde, malın kalitesine güvenerek bu yazıyı okuyabilirsiniz.
* * *
Sabaha karşı kapı önünde meydana gelen tıkırtıların uykumu kaçırdığını ve yataktan hep, ”Sütçüdür inşallah” diye uyandığımı yazmıştım.
Gazetecilikte esas, eskilerin deyimiyle “Fikri takip”tir.
Yani haberin peşini bırakmamak, sonuna kadar takip etmek. Ben de öyle yapıyorum ve haberin gerisini veriyorum:
Sütçüye olan borcumu ödedim. Ayrıca süt şişelerini sabahın çok erken saatinde kapının önüne bırakmamasını, zemin katta oturan apartman görevlisi Salih‘e bırakmasını, onun bize uygun zamanda getireceğini söyledim.
Sütçü bana, ”Ben bu işi anlamadım beyim” dedi.
”Haydi sen gazetecisin sabaha karşı kapının önündeki gürültüden haklı olarak tırsıyorsun, millete ne oluyor?”
- Ne oluyor?
- Sabaha karşı kapının önünde tıkırtı oluyor diye kimi süt almaktan vazgeçti, kimi de sütünü dükkana uğrayıp kendi almaya başladı. Bu insanlar gazeteci falan da değiller, neden tırstılar anlamadım?
Muhabbetin tehlikeli bir mecraya girmesini önledim, konuşmayı kestim...
* * *
Gazetecilik yapacak kişide aranan özelliklerden birisi de tırsık olmamaktır.
Yani gazetecilik yapacaksan yürekli olacaksın. Ama, tedbiri de elden bırakmayacaksın.
Ben gazeteci olmak için yaratılmışım.
Zaten lisedeyken kızlar bana “Aslan Yürekli Hamdi” derlerdi.
Ama deli cesaretine de gerek yok. Tedbiri elden bırakmamak lazım. Ben de öyle yaptım.
Evdeki kitap ve bilgisayarları attığımı geçen hafta yazmıştım.
Şimdi de cep telefonumu attım. Pasaport‘tan körfez vapuruna bindim. Vapur Karşıyaka’ya doğru giderken telefonumu tam körfezin ortasında denize attım. Hem de pilini ayrı, gövdesini ayrı attım.
Tabii atmadan önce telefonun bütün bilgilerini sildim. Sim kartımı da iptal ettirdim. Artık hür ve korkusuzum, çünkü cep telefonum yok.
Bilgisayar yok, cep telefonu yok, sabit hatları da kullanmıyorum.
Aklınıza insanlarla nasıl haberleştiğim sorusu gelmiş olabilir.
Gayet kolay, eğer birisine bir şey söyleyecek olursam atlıyorum İzulaş’a, doğru o insanın yanına gidiyorum.
Bu kadar basit.
Bana söyleyeceği olan da bana gelsin.
Zaten ileride, görüşeceğim insanlardan sabıka kaydı istemeyi de düşünüyorum.
Tedbir, tedbirdir.
* * *
Bu arada hafta içinde kutladığımız Dünya Kadınlar Günü‘nü tekrar kutluyorum. Kadınlar olmazsa bizim, yarım, çaresiz, dermansız kalacağımızı itiraf ediyor ve başta sevgili eşim Meltem olmak üzere bütün kadınların önünde başımı eğip, diz çöküyorum.
Sevgili annemi de rahmetle anıyorum.
Ben Dünya Kadınlar Günü‘nü seviyorum. Kadınlar Günü’nü, üstüme Sevgililer Günü kabusu gibi çökmediği için ayrı bir coşkuyla da karşılıyorum.
İş kolay.
Karına, kaynanana iş arkadaşlarına bir kırmızı karanfil alıyorsun, iş bitiyor.
Ne hediye arama telaşı, ne de para bulma telaşı. Al karanfili, bitir işi.
Ben meseleyi daha da ucuza getirdim. 6 Mart Pazar günü Alsancak Pazarı‘ndan bir deste kırmızı tomurcuk karanfil aldım. Odamda vazoya koydum. 8 Mart Salı günü desteyi açıp, karanfilleri dağıttım, oldu bitti.
Haydi bana geçmiş olsun...
Ancak korkum şudur ki, moda, kozmetik ya da mücevher sektörü bugünün anlam ve önemini erkeklere daha iyi anlatmak için Kadınlar Günü‘nü bir hediye alma fırtınasına çevirebilir.
İşte o zaman yandık.
Sevgililer Günü‘nün üzerine, yirmi gün geçmeden 8 Mart Kadınlar Günü‘nde de yeni bir hediye alma fırtınası başlatılırsa, sizi bilmem ama benim kimyam bozulur. Fiziğimin bozulup bozulmayacağına da sevgili karım karar verir(!)
Aha uyarıyorum.
Erkek milleti; 8 Mart’ın bir hediye alma gününe dönüşmemesi için şimdiden tedbirini al. İlerde uyarmadı demeyin.
Kalın sağlıcakla..
Bu köşede internetten aşırma mal yoktur. Ürünlerimiz ev yapımı ve CE belgelidir
H.T.
HAYAT ÜNİVERSİTESİ
1. Ders:
Patagonya’da gazetecinin biri, akşamları iki kadeh atmak için gittiği barda hükümet aleyhine atıp tutuyormuş.
Yerin kulağı olduğundan gazetecinin atıp tuttuğunu hükümet anında duymuş.
Polisler de gazeteciyi o saat derdest edip, elleri kelepçeli hakim karşısına çıkarmışlar. Hakim;
- Sen demiş, ileri-geri konuşup hükümete saydırıyormuşsun...
Gazeteci bakmış ki, pabuç pahalı:
- Efendim, demiş, doğrudur, ben hükümete saydırdım. Saydırdım ama ben bizim hükümete değil, Amerikan hükümetine saydırdım.
Hakim; Geç bunları, demiş, ben hangi hükümete saydırılacağını iyi bilirim. Gazeteciyi tutuklayıvermiş.
Ana Fikir: Yiyemeyeceğin tulumba tatlısını eline alma.
2. Ders:
Moskova’da ünlü Cosmos Oteli‘nin barında bir Rus, bir Amerikalı bir de Türk gazeteci koyu bir sohbete dalmışlar.
Amerikalı gazeteci:
- Bizde, demiş, basın o kadar özgürdür ki, biz istersek ABD Başkanı hakkında en ağır eleştirileri bile çekinmeden yazarız.
Rus gazeteci gülümsemiş: Biz demiş, sizden daha özgürüz, istersek ABD Başkanı’na küfür bile edebiliriz.
Türk gazeteci atılmış:
- Biz Türk gazeteciler demiş, ikinizden daha özgürüz. Amerikalı ile Rus gerisini nasıl getirecek diye merakla Türk gazetecinin yüzüne bakmışlar.
Türk gazeteci:
- Ancak, demiş, telefonum dinlendiği için başka açıklama yapamam!...
Ana Fikir:
Demirden korkuyorsan trene binme.
Şadan ile Şadıman
Şadan, Facebook Duvarı’na “Usandım, sustum artık, ağzımı kapattım” yazınca, Şadıman da yazının altına, ”Ağzını kapatman fayda etmez, çünkü sen, ağzını kapatsan, dibini açarsın” yazdı.
OKKALI LAFLAR PANOSU
- Herkes kendi cehenneminde yanar.
- Yüreğin cehennemde yanarken, bedenin cennette olsa neye yarar.
- Cennet ile Cehennem arasında alaycı bir dudak bükümü...
- Cehennem ile Cennet arasında manidar bir göz süzümü vardır.
BAKIŞ
Olabilir de, olmayabilir de...
Kararsızlıklar, çaresizlikler, mutsuzluklar hayatımızda bizi çok etkiler.
Yaşam kalitemizi düşürür, farkındalığımız ortadan kalkar.
Ama umutsuzluğa düşmeden meselelerimizi çözmemiz gerekir.
* * *
Bugün size Dr. Richard Carlson’un “Ufak Şeyleri Dert Etmeyin” kitabından beni çok etkileyen bir hikâyeden alıntı yapacağım.
İçinde çok ders var.
* * *
Bir zamanlar yaşlı ve bilge bir adamın yaşadığı bir köy varmış. Köylüler ne zaman bir konuda çıkmaza girseler, bu adamın yanına koşarlar ve onun açıklamalarıyla tatmin olurlarmış. Bir gün köyün çiftçilerinden biri büyük bir telaş içinde bilge adama gelmiş:
“Bilge adam, bana yardım et. Korkunç bir şey oldu. Öküzüm öldü; tarlamı sürecek başka hayvanım yok! Söyle bana, bundan daha kötü bir şey olabilir mi?”
Bilge adam cevap vermiş:
“Olabilir de olmayabilir de...”
Adam köye dönmüş ve komşularına bilge adamın aklını kaçırdığını söylemiş.
* * *
Ertesi gün çiftçi, çiftliğinin yakınlarında başıboş gezen, genç ve güçlü bir at görmüş. Adamın artık bel bağlayacağı öküzü olmadığı için, atı yakalamış.
Ne sevinmiş! O güne kadar tarla sürmek hiç bu kadar kolay ve keyifli olmamış. Yanıldığını söyleyip, özür dilemek için bilgeye gitmiş.
“Haklıymışsın, bilge adam. Öküzümü yitirmek en kötü şey değilmiş. Tersine, tanrının bir nimetiymiş! Eğer başıma bu gelmeseydi yeni atımı yakalayamazdım. Sen de kabul edersin ki, bu da olabilecek en güzel şey.”
Bilge adam yine; “Olabilir de, olmayabilir de...” demiş.
“Eyvah” diye düşünmüş çiftçi. “Bu adam gerçekten keçileri kaçırmış.”
* * *
Oysa, çiftçi yine olacaklardan habersizmiş. Birkaç gün sonra oğlu ata binerken düşmüş. Bacağı kırıldığı için artık tarlada çalışamayacak duruma gelmiş.
Açlıktan öleceğiz, diye hayıflanmış çiftçi ve bir kez daha bilge adama koşmuş.
Bu kez ona, “Atı bulmamın olabilecek en güzel şey olmadığını nasıl bildin?” diye sormuş. “Bir kez daha haklı çıktın. Oğlum sakatlandı ve tarlada bana yardım edemez hale geldi. Bu kez artık bundan daha kötü bir şey olamayacağına eminim. Herhalde, sen de kabul edersin.” Ne var ki, bilge adam yine sakin bir ifadeyle çiftçinin yüzüne bakmış ve onun üzüntüsünü paylaşan bir sesle, “Olabilir de, olmayabilir de...” demiş.
Bilge adamın bu denli cahil oluşuna öfkelenen çiftçi hışımla köyüne dönmüş.
* * *
Ertesi gün köye askerler gelmiş ve yeni patlayan savaş için ne kadar eli ayağı tutan erkek varsa götürmüşler. Köyde bıraktıkları tek genç, çiftçinin oğluymuş.
Böylece orduya alınanlar büyük ihtimalle ölecekken, oğlu kurtulmuş.
Bu hikâyeden alınacak önemli bir ders var: Gelecekte ne olacağını bilemeyiz...
Sadece, tahminde bulunur ve bunun gerçekleşeceğine inanırız. Çoğu zaman ileride korkunç şeyler olacak diye, kafamızda olmadık senaryolar üretiriz. Genellikle de yanılırız. Sakin kalıp, çeşitli olasılıklara açık olabilsek, eninde sonunda her şey yoluna girer.
Unutmayın: Olabilir de, olmayabilir de...
BAKIŞ SÖZÜ
Umutla umutsuzluğun arası sadece bir adımdır
ANONİM