Benim kuşağımdan kişiler hatırlarlar, “Türkiye’nin şunu yapması zamanı geldi” veya “Türkiye şöyle bir iş için harekete geçmeli” gibi temenniler için Anglosakson dostlarımız ve yerli şubeleri “Pie in the sky” derlerdi. “Olmayacak duaya âmin demek” gibi bir vurguyla “Gökteki pasta!” anlamına.
Haklılardı da. Kıbrıs müdahalesinden sonra yıllarca 60 dolarlık uçak vidasını karaborsadan 600 dolara satın almalar... “70 sente muhtaç olma” halleri... Abdullah Öcalan’ı iade etsin diye Suriye’nin kapısında tankla tüfekle beklerken adamı Kenya’da bulmalar...
Artık öyle değil. Yine de ortada uluslararası hukuk gibi, güçlü ülkelerin şekil verdiği ve sonra da istedikleri gibi eğip büktükleri bir ilişkiler ağı var. Özellikle İngiltere’nin küresel emperyalizmin patronluğunu resmen ABD’ye devrettiği ve nükleer silaha sahip ülkeler kulübü olarak 5’lerin kontrolünde bir BM’nin temelini attıkları 1945’ten sonra, dünyada hak hukuk diye bir şey kalmadı. Bütün mesele, bloklar arası pazarlıklar ve bir bloku öteki bloka karşı kullanabilme becerisinde düğümlendi. Uluslararası arenada tek başına, bağımsız takılma heveslisi liderlerin ve ülkelerinin başına gelen felaketleri daha iyi anlayalım diye, ortaya teori üstüne teoriler attılar. İsterse Aydın Engin üstat “Eyyamcı siyaset” diye alay etsin, 1850’lerde başarısız bir ayaklanmaya karıştığı için ömrünü Fransa’da tamamlayan Alman siyasetçi Ludwig von Rochau’nun icat ettiği terimle “Reel-Politik” (gerçekçi siyaset) soğuk savaş yıllarında hayatta kalmanın tek reçetesiydi. Bu terimle, “yerçekimi yasası nasıl fiziksel dünyaya hükmederse, devletlerin içinde ve aralarındaki güç ilişkilerini anlatan yasa” kastediliyordu.
Kabaca ifade edersek, bu yasa devletlere “Akıllı ol!” diyordu. Akıllılığın en temel direği, en sağlam köşesi ise sanıldığı gibi bloklar arası cambazhane ipinde dikkatli bir denge mahareti tutturmak değil, güçlü olmaktı, tutarlı olmaktı. Bir diğer köşesi “Dışarıya karşı tek sesli olmak” denilebilir; ama bunun gerçekleşmesi, demokratik ortamlarda kolay değil, sağlansa bile kolay ölçümlenemiyor.
Konuya dönersek: Libya’da isyancı general, Amerikan piyonu Halife Hafter’in isyanı ve sözde Ulusal Libya Ordusu devam ettiği sürece, Libya’nın bölünmüşlüğünün kalıcı hale gelmesi tehlikesinden söz edebiliriz. Zira bu adamı orada tutan ve Libya’nın petrolüne de bölgenin geleceğine de çöken ABD ve Suudi diktatörlüğüdür. ABD bu durumu Trump’tan çok önce öngördü: Bölgede hükümranlığı sürdürmenin yolu, Libya, Mısır, Suriye ve Türkiye’yi, yani Akdeniz’i kontrol altına almaktan geçiyordu. Uluslararası ilişkilerde her türlü düzenlemeye rağmen yine de ABD ve Avrupalı müttefiklerinin dediği aynen olmuyor. Mısır kontrol altına alındı; Libya “halledilemedi.” Türkiye’de başarılı olunamadı, ama Suriye devre dışı bırakıldı.
Bu planı tamamen etkisiz hale getirmenin ilk adımı Hafter’in isyanına son verecek bir uluslararası harekete Türkiye’nin öncülük etmesidir. Türkiye artık bunu yapabilecek bir ülkedir.