Hafta içinde SETA’nın iki değerli araştırmacısı Doç Dr. Kılıç Buğra Kanat ve Dr. Kadir Üstün ile İbn Haldun Üniversitesi’nde (İHÜ) ABD ile ilişkilerin S-400 ve F-35 krizlerinden sonra içine girdiği kritik dönemeci tartışma imkânımız oldu. Kılıç ve Üstün’ün verdiği güncel bilgiler ve analizlerden çıkartılacak sonuçların başında, ikili ilişkilerin Irak’ın Kuveyt işgalinden bu yana içine girip-çıktığı belki de 10’a yakın krizi atlattığı gibi, S400/F-35 anlaşmazlığını da çok fazla şey kırılıp dökülmeden atlatacağı var.
Her iki uzman gibi, beni de kaygılandıran sadece denklemde iki inatçı bilinmezin Trump ve ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’ın varlığıdır. Trump’ın tecrübesizliği ile dakikası dakikasına uymayan kararsızlığı-değişkenliği onu uluslararası ilişkilerde güvenilmez kılıyor. Bolton’dan kaynaklanan sorun ise, dünyayı kana ve ateşe boğacak ve sonunda Mesih’in belirmesini sağlayacak nihai savaş (Armagedon/Mahşer) için azimli ve kararlı görünmesidir. Bu şahıs bu görevde durdukça ne Trump ne de insanlık rahat yüzü göreceğe benziyor.
İHÜ’deki toplantıda ben, Türkiye’nin, çıkartılmadıkça ne NATO üyeliğinden ne de AB ile tam ortaklık müzakerelerinden çekilmesinin beklenmemesi;
ABD dışişleri bakanı Mike Pompeo’dan bu hafta iki önemli açıklama geldi. Bakan önce “ABD, Suriye’deki son İran çizmesi de çekilip gidinceye kadar müttefiklerimizle ortak çabamızı sürdüreceğiz,” dedi. Sonra da elinde kabarık bir çanta ile Soçi’ye giderek, Rus meslektaşı Sergey Lavrov ile görüştü ve görüşmenin açılışında Rus tarafına, “Sizinle iş birliği yapmamızın zamanı geldi,” dedi.
Bu açıklamaları tamamlayan bir diğer demeç ise Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan, Lavrov-Pompei görüşmesiyle eşzamanlı olarak Suriye muhalefet heyeti başkanı Nasr Hariri ile yaptığı görüşmeden sonra geldi. Çavuşoğlu, yeni Suriye Anayasasını yazacak komitenin hemen hemen belirlendiğini söyledi.
Bu komite, Astana ve Cenevre süreçlerinin birleştirileceği konferansta çalışmaya başlayacak. Komisyonun nihai şekli konusunda ABD ve AB de söz sahibi. Ama unutmayalım, Almanya ve Fransa, kuyruklarına İtalya’yı da takarak, henüz ortada fol yok-yumurta yokken, bir tek heyet üyesi belirlenmemişken, ABD’ye mektup yollayarak Rusya, İran ve Türkiye’nin belirleyeceği bir heyeti ret edeceklerini bildirmişlerdi.
İran, Suriye’de veya Körfez’de İsrail veya ABD hedeflerine karşı ne sürdürebileceği ne de yarar sağlayacağı
İsrail Dışişleri Bakanlığı, güya kendisine sızdırılan bir belgeyi, bazı İsrail yayın organları ile paylaşmış. Bu, Trump’ın, Jared Kushner ile, diplomatik deneyimi olmadığı halde uluslararası müzakereler baş danışmanı olarak atadığı Jason Greenblatt ’a hazırlattığı İsrail-Filistin anlaşmasının taslağı idi.
Bu yöntemi hemen her siyasetçi kullanır. Kendinize biraz geri adım atabilecek pay bıraktığınız bir “taslağı” el altından medyaya sızdırırsınız; gelebilecek tepkileri ölçersiniz. Daha sonra asıl teklifinizde bu tepkileri önemli ölçüde karşılamış olursunuz. Belli ki Trump Yönetimi de bu yolla suları test ediyor.
Bu, bu metnin ilk sızdırılışı değil. Daha önce de Mısır’ın yeni Filistin devletine toprak kiralaması, bu topraklarda BAE, Suudi Arabistan ve arzu eden diğer ülkelerin liman ve fabrikalar kurması, buralarda Filistinlileri çalıştırması, zengin olacak Filistinlilerin terörden vaz geçeceği… ve saire şeklinde açıklamalar olmuştu.
Böyle bir planın işlemesi için tabii önceden önemli üç Arap tarlasının, Suudi Arabistan’ın, BAE’nin ve Mısır’ın sürülmesi şarttı ve ABD aynen bunu yaptı: Muhammed bin Salman, Muhammed bin Zayed ve Abdül Fettah el Sisi, bu ülkelerin başına atandılar ve
Mahallede bir kabadayı vardır; geleni geçeni tehdit eder. Mahalleli “Şerrine lanet!” diyerek, bulaşmaz, “Efendilik bizde kalsın” der. “Belki ailesi uyarır, yola getirir” denir. Ama kolektif bir öfke kabarır, kabarır ve sonunda çok güçlü kuvvetli olmasa da mahallenin en efendi kişisi tokadı bir aşk eder ki kabadayı da beğenir.
1983’te, Lübnan’da iç savaş vardı. Hıristiyan Müslüman’ı, Müslüman her zaman olduğu gibi Müslüman’ı, İsrail her ikisini de katlediyordu. İsrail Lübnanlı Şiiler ile Filistinli mültecilerin bulunduğu Sabra ve Şatilla kamplarında korkunç bir katliam yapmış, kadın-çocuk dahil 450 kişiyi katletmişti. (Bu sayının 3 bin 500’e ulaştığına dair belgeler de vardır.)
ABD, daha sonra defalarca tekrar edeceği gibi, Birleşmiş Milletler’e bir Çokuluslu Barış Gücü kurdurmuş; bu kuvvete göstermelik, Fransız ve İtalyan askerinin yanı sıra, kendisi de 2.200 kişilik bir birlik göndermişti. Yine her zamanki gibi, ABD askerlerinin görevi, İsrail’i korumak ve İran’ın desteklediği Lübnanlı Şiilerin Sabra-Şatilla katliamının intikamını almasını önlemekti.
Fakat, bu kabadayılık, özellikle katliamın sorumlularının uluslararası ceza mahkemesine sevk edilmemesinin yarattığı öfkeyle
Jared Kushner, mimarı olduğu sözüm-ona Orta Doğu Barış Planı için ortamı hazırlama gayretiyle bir dizi sunum yapıyor. Aklınca muhataplarını entelektüel bir tutarlığa davet etmek için “Planı görmeden bir şey söylememek gerektiğine iknaya çalışıyor. Ama tam tersine, açıkladığı her unsur, metni görmeden angaje olan Muhammed bin Salman ve Muhammed bin Zayed dışında ilgili her çevrede aynı etkiyi yapıyor: “Bu plan işlemez.”
İki Muhammed’in sadece bu plana değil, bunun mantıksal uzantısı olan işgal altındaki Kudüs’ün, Batı Şeria’da üzerine Musevi mahallesi kurulmuş arazilerin ve Golan’ın tümüyle İsrail’e ait sayılmasına da evet diyorlar. Bunu açıklayan herhangi birisi değil; Filistin Devleti ve Özerk Yönetim başkanı Mahmut Abbas. (Gerçi kendisini “Filistin Devleti Başkanı” olarak tanıdığınız zaman bir bakıma mesele bitiyor!)
Kushner’in planla ilgili son marifeti, “Plan açıklanıncaya kadar ‘İki Devletli Çözüm’ denmemesinin doğru olacağı” incisi. Çünkü İsrailliler bundan başka şey anlıyormuş; Filistinliler başka şey. Bay Kusher bu demagoji ile kimseyi kandıramaz. Herkes biliyor ki, “İki devletli çözüm” ifadesini bir süredir kullanımdan kaldıran kayınbabası Donald Trump ve kankası
“Türkiye’nin Rusya ile arasının açıldığı” haberlerinin kasıtlı arttığı meydanda. Rusya’nın İdlib’e hava harekâtı düzenlediği yalanından sonra, 38 bin ton domatesten 40 tonu (yani iki vagon dolusu) çürük çarık diye geri gönderilince, bu bir tür krize tahvil edildi. Bütün bunlar S-400 teslimatı yaklaştığı için oluyor.
İçerdeki yalan rüzgârını, dışarıdaki “wishful thinking” fırtınası izliyor. Sözlükler bunu “hüsnü kuruntu” diye çeviriyor. Belli ki “hüsn-ü zan” (iyi sanı) teriminden türetilmiş bir argo. Kuruntunun iyisi olmaz!
Bir yazarın, kendi dileğini, bir akıl yürütme süreciyle vardığı sonuç gibi sunmasına “wishful thinking” deniyor. Açın Demokrasileri Savunma Vakfı’nın (FDD) sitesini ve benzerlerini, bakın “analist” sıfatı taşıyan Merve’lerin, Hümeyra’ların, Greg’lerin, Tom’ların yazılarına. Hepsinin bir “haber üslubu” ile başladığını, ama bir iki paragraf sonra ya “adının açıklanmasını istemeyen” bir uzmanın ağzından ya da “kaynakların verdiği bilgiye göre” devam eden yorumlar göreceksiniz.
S-400’ler ABD’li siyasetçileri o kadar öfkelendirmiş ki... Askeri uzmanlar Erdoğan’ın S-400’den vazgeçmeyerek Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştırmasından dolayı kaygılarını ifade ediyorlarmış...
Bu başlığı Hürriyet gazetesi 1974 Mayıs’ında attı ve bir ay süreyle, Yunanistan’ın Ege’de dostluğa sığmayan tutum ve davranışından örnekler verdi. Kıbrıs’ın bir İngiliz oyunu ile elimizden gitmesine engel olmuş olan Hürriyet, bu yayını ile de örneğin İstanbul’da İzmir’e giden Türk gemilerinin Atina’dan izin alması gibi bir milli felaketi önledi. Hemen ardından 20 Haziran’da Karakas’ta başlayan Deniz Hukuku Konferansı’nı Hürriyet adına ben, Milliyet adına da duayen ağabeyimiz Altan Öymen izledik ve Yunanistan’ın tarihi sular sayılan denizlerde kıt’a sahanlığı üzerinde tek taraflı tasarrufa imkân veren bir maddeyi geçirmemesi için konferanstaki dışişleri heyeti üzerinde adeta at sineği hizmeti gördük.
Aradan çok zamanlar geçti; Ege’de sular bir ısındı, bir soğudu ve bugünlere, Yunan hükumetinin son bir yıl içinde bir tek Türkiye vatandaşının vize almadığı Trabzon’da “Vize Ofisi” açtığı günlere geldik.
Sosyal psikolojide “örtülü ilişkilendirme testi” diye bir şey vardır. Uzmanlar bir kavram söylerler, siz aklınıza gelen ilk kelimeyi söylersiniz; böylece zihin haritanızın ortaya çıkartılmasında önemli bir adım atılır. Sizinle burada böyle bir oyun oynayamayız ama siz çevrenize
ABD’nin ne gelenek ne görenek ve ne de uluslararası hukuk dinleyen yönetimi, haftaya bugün İran’ın dünyayla son bağını da kopartmaya hazırlanıyor. İran ise, 2 Mayıs’ta yürürlüğe girecek topyekûn petrol ambargosunu hiç önemsemez görünüyor; hatta petrol ihracatının günde 1 milyon varilin altına düşmeyeceğini bildiriyor. Yemen’den Lübnan’a Hizbullah “şubelerini” kurup işleten Devrim Muhafızları örgütünün başkanı da pişman olanın ABD ve İsrail olacağını söylüyor.
ABD geçen yıl Obama ve AB liderlerinin İran’la nükleer araştırmalardan vazgeçmesi şartıyla yaptıkları anlaşmadan çekilmiş ve İran’dan ithalat-ihracata ve yatırıma yeni kısıtlamalar ilan etmişti. Ancak Türkiye, Japonya, Güney Kore, Çin ve Hindistan’ın İran’dan petrol almasına izin vermişti.
İki ülkenin ticaretine bir üçüncü ülkenin “izin vermesi” veya “yasak getirmesi” ifadeleri bile uluslararası ilişkiler ve devletler hukuku açısından ortada yanlış bir şeyler olduğu göstermeye yetiyor. Ama söz konusu dünyanın (şimdilik) tek hegemonik devleti olunca ve başında da ne kadar dengeli olduğu kuşkulu bir lider bulununca, anormal normal yerine geçiyor.
ABD’nin bu hukuksuz kararına sadece iki ülke, Çin ve Türkiye karşı çıktılar. Japonya,