Üzeyir Garih'in eşi Lili Garih, dün Bodrum - Sarnıç koyundaydı.
İlk telefon Sema adlı bir hostesten geliyor...
"Bir şeyler duydum. Galiba Üzeyir Bey'i öldürecekler miymiş neymiş" diyor.
Sonra "Üzeyir Garih'in öldürüldüğü" yolunda birkaç telefon daha gelince, Lili Garih kaygılanıyor.
Ama... Gene de konduramıyor.
Eşinin cep telefonunu arıyor. Fakat telefon cevap vermiyor.
Sesli mesaj bırakıyor:
"Seni öldüreceklermiş, hatta öldü diyenler bile var. Kendine dikkat et. Meraktayım. Beni hemen ara."
Lili Garih, eşinin o telefon nedeniyle yaşamını yitirdiğini nasıl bilebilirdi?
O dakikalarda, zaten "İçişleri Bakanlığı'nın katil olayını doğruladığı", televizyonlarda alt yazı olarak geçmekte.
Erkeğinin öldürüldüğü haberini aldığı andan itibaren, bir eşin duygu derinliklerinde çırpınışlarına kare - kare tanık olmak, insanı tüketen bir süreç.
Bu süreci hiç yaşamamış olmayı çok isterdim.
İşte bazı kareler...
"Üzeyir, koruma almazdı."Lili Garih, dolu dolu gözleriyle hala olaya inanamayarak bakarak soruyordu:
"Hiç düşmanı yoktu. Kimseye kötülük yapmamıştı. Ne istediler ondan? Neden öldürürler ki?"
Bir süre dalıyor, önüne bakıyor, televizyonu karıştırıp haberlerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyor ve sonra çevresindeki birkaç dosta
"keşke onun yerine beni öldürselerdi. Üzeyir, Türkiye'ye çok hizmet etti. Faydalı oldu. Benim onun gibi bir faydam olmadı ki!" diyordu.
Lili Garih'i tanıyanlar bilirler;
"İçi dışı bir" olanlardandır.
Doğaldır...
"Keşke beni..." derken yüreğinden sesleniyordu.
Acı haber ve ötesiLili Garih'i iki dostu sabah evden almışlar ve
Sarnıç Plajı'na götürmüşler. Öğle yemeğini birlikte yiyeceklermiş. Sade bir kıyı sofrası...
Haberi aldıkları anda toparlanıyorlar ve
Bodrum'un tepelerindeki yazlık eve geçiyorlar.
Orada, sadece birkaç yakınıyla beraberiz.
Soruyorum:
"Tehdit alır mıydı?"
"Almazdı" diyor.
"Peki devletten koruma ya da özel koruma" diye bir başka soru yöneltiyorum.
"Koruma da almazdı. 'Birşey olmaz... Merak etme'
derdi" diye anlatıyor.
"Peki neden şoförsüz çıktı?"
"Şoförüne 15 gün izin vermişti. Yarın izni doluyordu."
Bu arada... Anılarım, beni
Erbakan ve Refah için hazırladığım televizyon belgeselindeki
Üzeyir Garih'in anlatımlarına götürdü.
Necmettin Erbakan, teknik üniversitede
Üzeyir Garih'in hocasıymış. Motor dersine gelirmiş... Öğrencileri toplayıp onlara otomobil kullanmayı öğretirmiş.
Belgeselde,
Üzeyir Garih "otomobil kullanmayı Erbakan'dan öğrendiğini" anlatmıştı.
Nereden nereye...
Bu toprakların insanıİş hayatındaki başarısı biliniyor.
Bunun ötesinde... İlginçti. Çok sevilirdi.
Onunla panellerde, açık oturumlarda, özel davet masalarında yan yana oturmak ayrı keyifti.
Yemek masasında kağıt peçetelerin üzerine resimler çizer, birkaç dakikada gecenin gündemine göre şiirler yazardı. Onları ciddiyetle okurdu.
Bulunduğu grubun ilgi odağı olurdu.
Derinliği olan insandı... Filozoftu.
"Nasılsınız?" sorusuna
"ben daima çok iyiyim" cevabını verirdi. Sesi hayat doluydu.
Şirketlerinin yönetimini profesyonellere bırakmıştı.
Kendini yazıya ve eğitime vermişti.
Üzeyir Garih "tam bir laik"ti... Ama inançlıydı.
Herkesin dinine saygılıydı.
Türkiye'nin sorunları üzerinde düşüncelerini cesaretle ve açıkça söylerdi.
Basınla, iş hayatıyla, siyasetçilerle sürekli diyalog halindeydi.
Çünkü tam bir yurtseverdi ve kendini sorumlu hissederdi.
Bu toprakların insanıydı.
Daha çok gençtiÜzeyir Garih'in şöyle bir
"yaş" tanımı vardı:
"- Takvim yaşı: Doğdukları tarihle başlar.
Fizyolojik yaş: Göründüğü yaştır.
Biyolojik yaş: Sağlığıyla belirlenir.
Psikolojik yaş: Hissettiği yaştır.
Bunları toplayın, 4'e bölün. Bulduğunuz rakkam, gerçek yaştır.
Benim ortalama yaşım 70'lerde değil çok genç."
Hainler, bu genç yaştaki
"bilge adam"a nasıl kıydılar?..
Kara cehaleti lanetliyorum.